22 Aralık 2010 Çarşamba
14 Aralık 2010 Salı
22
7 Aralık 2010 Salı
21
(...)
I like for you to be still It is as though you are absent Distant and full of sorrow So you would've died One word then, One smile is enough And I'm happy; Happy that it's not true
3 Aralık 2010 Cuma
20
Masalların Masalı
(...)
su başında durmuşuz
çınar, ben, kedi, güneş, bir de ömrümüz.
su serin,
çınar ulu,
ben şiir yazıyorum,
kedi uyukluyor,
güneş sıcak,
çok şükür yaşıyoruz.
suyun şavkı vuruyor bize
çınara, bana, kediye, güneşe, bir de ömrümüze.
Nazım Hikmet
En sevdiğim şiirlerindendir bu, her okuduğumda içimi bir mutluluk kaplar. Ama konumuz bu değil, bu sadece girişti. Size asıl anlatmak istediğim şey,şu. Hani arada benden şarkı isteyen, sözleriyle günümü aydınlatan kız va ya S. Onun da bir blogu var artık ve sizinle paylaşılmayı hak ediyor. Daha çok yeni ama şimdiden güzel, bazen de melankolik yazılarıyla okunmayı kesinlikle hak ediyor.
Aramıza hoşgeldin S.!
http://okyanusumsu.blogspot.com/
2 Aralık 2010 Perşembe
19
28 Kasım 2010 Pazar
31 Ekim 2010 Pazar
17
Yandaki gibi bir evim olsa ne kadar güzel olur diyorum. Bunu Viyana'daki klasik mimariye karşı çıkmak isteyen Hundertwasser adlı mimar yapmış. Evin dışı ve içindeki her şey yamuk ve rengarenk. Burada oturabilmek için Viyana belediyesine başvurmanız gerekiyor.
Ha bir de Cafe Mozart var, çok pahalı ama para biriktirilip gidilesiydi. Bütün hafta akşam yemeklerini sandviçlerle geçiştirdikten sonra kendime ödül vermek amacıyla buraya gidip Albertina Museum karşısında Viyana Şinitzel'ini yerken verdiğim Euroları da düşünmüyor değildim tabi.
Klasik müzik konserine ve operaya da gittim tabi, Viyana deyince. Ring Caddesinde Otto Wagner'in binalarını izleyerek Kursalon'a ulaştım. Yerime daha yerleşir yerleşmez, yanıma genç bir adam yaklaştı ve yanımın boş olup olmadığını sordu. Bütün gece ve konser aralarında klasik müzik üzerine sohbet ettikten sonra, metro istasyonuna doğru ilerlerken arabayla Orta ve Doğu Avrupa turu yapan bir Hollandalı olduğunu öğrendim. İsimlerimizi de farklı metrolara binmeden hemen önce veda ederken öğrendik, hala garip geliyor o kadar konuştuktan sonra ancak isimlerimizi öğrenince 'Tanıştığımıza memnun oldum' ifadesini kullanıyor olmamız.
Hotel Sacher'ın mükemmel çikolatalı kekinin de fotoğrafını koyacaktım ama aktarmamışım bilgisayarıma. Bir günümün teması da tamamen ona aitti. Sonra da bir çeşmenin kenarında oturup opera binasının fotoğrafını çekip, sanat tarihi okumaya karar vermiş, sonra da Ally'le konuşmuştum.
Güzeldi tek başına olmak, hiç tanımadığım bilmediğim bir şehirde kısa süreli de olsa iz bırakmak...
Daha güzel anlatabilmek isterdim Viyana'yı ama hep hüzne bağlıyorum sonunda, beğenmiyorum sonra yazdığım devrik cümleleri. Tuna Kiremitçi'ye kızıyorum, bütün devrik cümleler Tuna Kiremitçi'nin.
Öyle işte.
23 Ekim 2010 Cumartesi
16
Doğum günün kutlu olsun karaoğlan! Bir dahaki sefere söz yanında olacağım.
these streets have too many names for me
i'm used to glenfield road and spending my time down in orchy
i'll get used to this eventually
i know, i know
21 Ekim 2010 Perşembe
15
20 Ekim 2010 Çarşamba
13
Bazıları kabul etse de, etmese de
17 Ekim 2010 Pazar
12
İşte 12. sınıf olmak bu demek arkadaşlar, hayat kolay değil maalesef...
11
10
so let's sing a song of cheer again
happy days are here again
9
12 Ekim 2010 Salı
8
Sınır Tanımayan Doktorlarla Afrika'ya gitmek istiyorum mesela.
Akademisyen olup öğrencilerim tarafından Hafize Hoca'yı sevdiğim gibi sevilmek istiyorum.
Sanat tarihi minor yapıp, gördüğüm her binayla ilgili Ted gibi fun fact verip insanları sıkmak istiyorum.
Bütün klasikleri birgün bitirebilmeyi istiyorum.
Çello çalmayı çok istiyorum.
Kedisu'ya kardeş bir de kedican gelsin istiyorum.
Ms. Kelly'nin hergün verdiği şiirleri ilk okuyuşumda anlayabilmek istiyorum.
Çok güzel fotoğraflar çekmek istiyorum. Karanlık odada şansım yaver gitsin istiyorum.
Paraşütle atlama yapmak istiyorum. Dalış kurslarına gitmek istiyorum. Yelken ehliyetimi artık alabilmek istiyorum.
Vosvos'um olsun istiyorum.
Bisikletle Karadeniz şeridini geçmek istiyorum.
Lykia yolunda yürümek istiyorum.
İzlanda'ya gitmek, Eyjafjallajökull'un fotoğraflarını çekmek istiyorum.
Sabah kalkabilmek için her seferinde bir günü daha geçirebiliyim diye sebep aramak zorunda olmak istemiyorum ama.
7 Ekim 2010 Perşembe
7
Bence Pink Floyd dinledikten sonra insanın neşesini ancak Mika yerine getirebiliyor.
just the basic facts:
can you show me where it hurts?
6 Ekim 2010 Çarşamba
6
Serviste kamerasını elimde tutuyordum. Sonra bir saniyeliğine elimden aldı ve hiç düşünmeden yanımızdan geçen çocuğun fotoğrafını çekti.
Ben "Sadece deklanşöre bastı, ne kadar güzel çekmiş olabilir ki?" diye düşünürken fotoğrafı gördüm.
Çok güzeldi.
Kızdım kendime önce. Sonra da onun gibi olmak istedim.
İzin verirse fotoğraflarını burada da paylaşacağım.
5
Filmekimi ve belle&sebastian düzeltebilecek mi beni bilmiyorum.
Sonbahar, renklerin güzel ama hiç anlaşamıyoruz seninle, hiç.
4
22 Ağustos 2010 Pazar
3
Annem hamurunu hazırlarken, bana da binlerce sosis, salam, sucuk ve jambon dilimi yapmak düştü. Ama halimden memnunum, incecik sosis dilimlerim yine tarafımdan epey övgü aldı. Domatesleri de bir güzel soyup doğradım, mısırın konservesini açtım (!) ve en zor kısmı olan zeytinlerin çekirdeklerini çıkarıp halka halka doğrama görevini üstlendim. Matematik problemlerini çabucak çözen kafam, zeytinleri hem yarıp çekirdeklerini çıkarıp, hem de nasıl halka halka doğrayacağımı algılayamadı. Ben ortadan zeytinin karnını yardığımdan sonra onların halka şeklini alması imkansızdı çünkü. Neyse ki annem imdadıma yetişti de daha fazla rezil olmaktan kurtuldum. Tam bu sırada İskenderun kahvaltılarında nasıl salatalık soyma özürlü olduğumu, Ally'nin ilk günlerde yardımıma koştuğunu ve haftanın sonunda ise C. ile bu konuda yarışabilecek duruma geldiğimi hatırladım. Çalışan kazanır arkadaşım.
Malzeme konusunda tek eksiğimiz mantardı. Ben de çok severim mantarı, bir etobur olarak mantar benim için en az Sezar Salata'nın içindeki tavuk kadar değerlidir. Bir dahaki sefere mantarlı da yaparız inşallah.
Annemle kavga etmeden geçirdiğim en uzun zaman dilimlerinden biri olarak tarihe geçti bu da. Türk işi pizzamız da hazır olmak üzere.
Belki de mutfakta daha fazla vakit geçirmeliyim.
19 Ağustos 2010 Perşembe
2
Yazarınızın isminin sophie olması ise tamamen keyfimden, hem fransızca olan diğerini söyleyip/yazamıyordunuz, hem de sophie anlamıyla olsun (Sophie'nin Dünyası'ndan hepiciğiniz biliyorsunuz ki Yunanca'da Sophia bilgi/bilgelik anlamına geliyor) , ellibin dildeki varyasyonlarıyla olsun, hem de Jeux D'enfants adlı mükemmel filmdeki karakterle olsun beni benden almış bir isim.
Bu kadar değişikliğe neden tumblr ya da yeni bir blog sayfası açmadığıma gelince, bu sefer bir şeyi sıkıldığım için bırakmayayım, her şeyi silip atmaktansa var olanı devam ettirmeye çalışayım dedim. Yoksa yeni açılanların kaderi de bundan pek farklı olmayacaktı.
Urfa, Viyana, İskenderun ve tekne seyahatleri yeni hedeflerimle birlikte kısa zamanda buralarda olicek.
Bugünkü şarkınız da Tom Waits- Grapefruit Moon olsun.
18 Ağustos 2010 Çarşamba
1
Temamız değişmişken bu haftaki kitaplarımı sayayım size: Alain de Botton'dan Architecture of Happiness, Italo Calvino'dan If on a winter's night a traveller, Ayça Kirişçioğlu'ndan Yol... Hepsinin ayrı ayrı hikayesi var, gelecek.
Mezun olanlarla birlikte vedalar da başladı tabi. Okyanusun öte yanına geçenlere "Beni de yanınızda götürün" diye bağırmak istiyorum çünkü burada bir sene daha geçiresim yok. Buraları sevmediğimden diye sanmayın, hayatı 120 sayfa kareli defter olarak gören insanoğlunun "temiz sayfa açma" sendromu hepsi...
4 Nisan 2010 Pazar
Defying Gravity
25 Mart 2010 Perşembe
She took the midnight train going anywhere
Edward Munch - The Scream
21 Mart 2010 Pazar
Gitme Yoksa
She said that livin' with me
Was bringin' her down
She would never be free
When I was around.
She's got a ticket to ride,
But she don't care
Gelecekle ilgili sürekli hayal kurmak çok mu zararlı?
Sabah 7.40
Ally: Olur, hadi gidelim
işte bu yüzden seviyorum seni
If you were there, beware
Asmalımescit'e gitmeyeli epey oldu. Özledim sanırım.
Bugünlerde Ahmet Haşim okuyoruz. Haşim deyince de aklıma Orhan Veli'nin bu şiiri geldi işte, ona laf attığı için
eskiler alıyorum
alıp yıldız yapıyorum
musiki ruhun gıdasıdır
musikiye bayılıyorum
şiir yazıyorum
şiir yazıp eskiler alıyorum
eskiler verip musikiler alıyorum.
bir de rakı şişesinde balık olsam
Yazmayalı da epey olmuştu. Yazacak konum olmadığından değil de, bazen yazmak o duyguları, o düşünceleri resmileştirmek gibi geliyor. O zaman da çabuk unutayım diye sesimi çıkarmıyorum
Je-fais-du-velo
15 Mart 2010 Pazartesi
"It's such a fine line between stupid, and clever"
Hayat bazen o kadar acımasız ki, yaptığınız her şey, sarfettiğiniz onca emek sadece bir anlığına verdiğiniz yanlış bir karar, bir zayıf anınızla mahvolabilir. İnsanlar uzaktan bakar "kendi salaklığı" der, "kendi düşen ağlamaz" der. Sizse kendi yok olmuşluklarınızın içerisinde bitip gidersiniz.
Bu yüzden
"It's such a fine line between stupid, and clever"
ve yine bu yüzden
"Life is superlative"
12 Mart 2010 Cuma
23 Şubat 2010 Salı
Hola!
Jambo Je-fais-du-vélo!
Now you know how to greet people in Swahili!
Sanırım Flickr'ın en çok bu yönünü seviyorum, her gün beni gülümsetmeyi başarabiliyor yepyeni bir dille karşılarken...
Bir de bir de bir de...
Biz karar verdik dontcopy'le pancake house açacağız!
Mmmmm
22 Şubat 2010 Pazartesi
Her Morning Elegance
Geçen sene bu zamanlardı sanırım Oren Lavie'nin Her Morning Elegance adlı şarkısını ilk duyduğumda. Şarkı sanki suluboya renklerinde, kısık sesle dinlenesi, rüya görmek gibi... Ben hep pazar sabahlarına yakıştırdım bu şarkıyı nedense.
21 Şubat 2010 Pazar
Hang on Little Tomato*
somebody told me, i don’t know who
whenever you are sad and blue
and you’re feelin’ all alone and left behind
just take a look inside and you will find
you gotta hold on, hold on through the night
hang on, things will be all right
even when it’s dark
and not a bit of sparkling
sing-song sunshine from above
spreading rays of sunny love
just hang on, hang on to the vine
stay on, soon you’ll be divine
if you start to cry, look up to the sky
something’s coming up ahead
to turn your tears to dew instead
and so i hold on to his advice
when change is hard and not so nice
if you listen to your heart the whole night through
your sunny someday will come one day soon to you
*Pink Martini
"I'm from the apple pie in the oven."
20 Şubat 2010 Cumartesi
Love After Love
The time will come
when, with elation
you will greet yourself arriving
at your own door, in your own mirror
and each will smile at the other's welcome,
and say, sit here. Eat.
You will love again the stranger who was your self.
Give wine. Give bread. Give back your heart
to itself, to the stranger who has loved you
all your life, whom you ignored
for another, who knows you by heart.
Take down the love letters from the bookshelf,
the photographs, the desperate notes,
peel your own image from the mirror.
Sit. Feast on your life.
Derek Walcott
19 Şubat 2010 Cuma
Shower Song
Stop me if you've heard it.
My skin is soapy, and my hair is wet,
and Tegrin spelled backward is Nirget.
Lather, rinse, repeatand lather, rinse, repeat
and lather, rinse, repeat
as needed.
14 Şubat 2010 Pazar
Haven't Met You Yet*
-You believe in that?
- It's love, it's not Santa Claus
*Michael Bublé
13 Şubat 2010 Cumartesi
6 Şubat 2010 Cumartesi
Kitapçılar
5 Şubat 2010 Cuma
The World is Big and Salvation Lurks Around the Corner
Şans bu ya, günümün temasına da uygun.
Konuştum, konuştuk.
İçimdeki o acı veren, ağlamamı bile engelleyen soğuk demir parçasını söküp atabildim sonunda.
Ne güleriz seneler sonra değil mi?
Gülebilmek güzel şey.
"Isn't life amazing?" günlerime gelemedim daha ama o kocaman yüreğiyle beni dinlemek zorunda kalan güzel insan için The Beatles'tan For No One gelsin bu gece size.
*Ally sana her seferinde teşekkür etseydim, entryler seninle dolacaktı. Tatlısın.
** Dontcopy bugün hem enerjinle, hem de 'orada' olmanla beni çok mutlu ettin. 'orada' olanların çok olsun.
4 Şubat 2010 Perşembe
100th Night
"In one more night, the princess would have been his. But she also could not possibly have kept her promise. And it would have been terrible. He would have died. This way, however, at least for 99 days, he was living under the illusion that she was there, waiting for him."
Ben de bu illusion'la yaşadım sanırım. Hem de 99 gün de değil, tam 10 ay boyunca. Artık bu kötü rüyadan uyanmanın vakti geldi de geçiyor bile...
S.'ye Şarkılar
The Smiths- There is a Light that Never Goes Out
The Kooks- All Over Town
The Kooks- She Moves in Her Own Way
Oasis- Champagne Supernova
Anna Nalick- Breathe
Coldplay- The Scientist
Coldplay- Don't Panic
Death Cab for Cutie- I Will Follow You Into the Dark
Jack Johnson- Better Together
Jason Mraz- Lucky
Jeff Buckley- Hallelujah
James Morrison- Please Don't Stop the Rain
John Mayer-Who Says
Taylor Swift- Hey Stephan
Kimya Dawson- Tire Swing
Kings of Convenience- Boat Behind
Nouvelle Vague- Dancing With Myself
Nouvelle Vague- Killing Moon
The Turtles- Elenore
Keane- Walnut Tree
Pink Floyd- Shine On You Crazy Diamond
Röyksopp- Remind Me
Bir de Scheveningen'deki o gece anısına:
Ben E. King- Stand By Me
Şarkılarımız bol olsun!
Seated Cupid
Pek çok kadın, erkeklerin olgun olmadığını ve kadınların anladığı pek çok şeyi anlayamadıklarını iddia eder. Bundan sonra da "Women are complex creatures" argümanı başlar. Katılmıyorum. Erkekler bütün bu ufacık ayrıntıları anlıyorlar, kadınlardan tek farkları bütün bunları anlamamazlıktan gelmeleri. Çünkü onlar için hayat böyle çok daha kolay, yaşanılası. Hem bahaneleri de var, onlar erkekler, ne yapsınlar. En başarılı oldukları alan bilip de bilmemezlikten gelmektir.
Bir de istemem yan cebime koy mantığı vardır ki kadınlar en çok bundan acı çeker sanırım. Birini seviyorsanız neden sadece onu sevemiyorsunuz ki? Yada karşınızdakinin duygularını fark ederek onunla eğleniyor musunuz? Nedir bu herkesin bir şeyleri bilip, kimsenin bir şey bilmiyormuş gibi davranması? Bu bir oyunsa, ben bu oyuna katılmak istemiyorum. Dürüst olun bana karşı, kötü hissedecek olmam umurunuzda olmasın gerçekten: sizin için değil, tamamen benim için. Sonra daha çok üzülüyorum çünkü. Candan Erçetin demiş ya gamsız hayat herkese başka sunar garip oyunlarını diye... Oyunu oynayanın hayat olduğuna inanmıyorum ben, oyun oynayan insanlar. Herkes kafasında bir şeyler düşünüp başkalarına oyunlar oynuyor.
Ben de kendi kendime gelin güvey olup kendi kendime üzülüyorum sonra zaten. Siz bırakın beni. İşte tam da bu yüzden tekrar başlamak istiyorum. İşte bu yüzden de Local Celebrity'nin bana Amsterdam yollarında dinlettiği Goldspot'tan Rewind gelsin size.
İyi olmaya ihtiyacım var.
Amsterdam
Bir haftalık Lahey macerasının sonunda geldik şimdi Amsterdam'a. Amsterdam'da yapılacak Madam Tussaud Müzesi, Seks Müzesi, Van Gogh Müzesi ziyaretleri, Hard Rock Cafe'de yemek, kanal turu gibi pek çok etkinliği yapmış olduğumuzdan S., yazarınız ve Amsterdam'ı bizim yüzümüzden doğru düzgün gezememiş olan sevgili Ally'miz yürüyüp şehrin ve soğuğun tadını çıkarmaya karar vermiştik.
İşte ne olduysa tam o karar ertesinde oldu ve kader-kısmet olayları yine yüzüme gülmeye başladı. Beni tanıyanlar bilirler Ozan Güven benim çocukluk aşkımdır, televizyonda her dizisini zamanında takip etmişliğim, posterlerinden odamda köşe oluşturmuşluğum vardır. Evet local celebrity: gay bir android'i oynayan adama aşıktım! Konuya dönersek birden karşıdan gelen Ozan Güven'i gördüm ve elim ayağım birbirine dolaştı. Sonra S. ve Ally'le birlikte takibe başladık ve Y. ve Local Celebrity'nin şaşkın bakışları altında Ozan Güven'le fotoğrafımızı çektirip, altına da imzamızı attık.
Evet... Amsterdam'da bu sefer Rijks Museum'a gittik. ASL öğrencileri olarak ilk yurtdışı müzemizdi, her ne kadar Discobolus'un verdiği heyecanı vermese de müzedeki heykeller ve resimler sanattan anlayan ve sanat zevki olarak yetişen insanlar olduğumuzu fark ettirip- evet alçak gönüllüyüm- beni çok mutlu etti. Tabi sanat zevki olan insanlar derken aslında buradaki övgü sevgili okuluma gidiyor. Rijks Museum, Hollanda tarihiyle ilgili hiç birşey bilmediğimiz gerçeğini yüzümüze vurdu. Amsterdam'a gidecek olursanız, Rijks Museum'a uğramadan dönmeyin bence. Müzeden bir adet, hatta dayanamayıp iki adet kitap alan yazarınızın koleksiyonuna Rembrandt da eklenmiş oldu böylece.
Amsterdam geceleri bir başka... Caddelerde ot kokusunu anlayacak duruma gelmek ise daha bir başka. Şışştt babam duysa çok kızar. Ama Y. sayesinde Amsterdam'da Condomerie'ye de gitmiş bulunduk. Görseniz çok eğlenirdiniz. Filli, kalpli, gülen yüzlü, zürafalı bile var. Tabi gerçekten kondom alan erkekleri görünce o kadar eğleneceğinizi söyleyemeyeceğim. Red Light'taki okul gezisi kıvamındaki turumuza ise girmemeyi tercih ediyorum izninizle.
Ally, Y., S. ve hatta K. sizi çok seviyorum, keşke biraz daha kar topu oynayabilseydik!
Ally'nin düşmemesi ve bir dahaki sefere Vélo kullanmamız dileğiyle!
Lahey
Bir şehri en iyi o şehirde yürüyerek öğrenirsiniz derler, dediler. Ama sevgili bikuk ve yazarınız için bir şehri en iyi öğrenmenin yolu o şehirde kaybolmaktır. E Lahey küçük bir şehir, ama bizim kaybolmamızı engelleyecek kadar da küçük değil maalesef...
Böyle şeyler hep ilk gecede olur. Ama bikuk Lahey'e üçüncü kez, bense ikinci kez gidiyordum. Hangi tramvaya binmemiz gerektiği, hangi durakta inmemiz gerektiği de herkesçe bilinen gerçeklerdi. Ama biz ne yaptık, bu sefer farklı bir numaraya binip ordan gitmeyi deneyelim, hem de öğrenmiş oluruz dedik ve yarım saat boyunca Lahey'in insan olmayan sokaklarında amaçsızca, yönsüzce dolaşıp durduk. Ne mi oldu? Otelimizin ışıklarını görünce, yol yordam dinlemeden ışığa doğru koşmaya başladık. Hatta bir ara kapının üstünden atlamaya çalıştığımız bile oldu. (Tamam o bendim:)) Sizi temin ederim, artık Lahey'de yolumu gözlerim kapalı bulabilirim.
Bu küçük ama ciddi şehirde her zamanki gibi yine çok üşüdüm ama yine bir o kadar da güzel anılar edindim kendime. Hep diyorum ya, bir geziye toplu halde gittiğinizde anılarınızı yine o insanlarla edinmelisiniz. Elbette ki konferanslarda da çok güzel arkadaşlıklar edinilebilir ama gecenin 3'ünde mükemmel oda arkadaşınız Ally'le yaptığınız sohbet yada birinizin odasında toplanıp gece 2'ye kadar beşbininci kez Jeux D'enfants izleyip sonra da birbirinizi gıdıklamaya başlamak paha biçilemez. Geriye dönüp baktığınızda da topladığınız anılar bunlardır zaten. Tabi bir şehri tek başına gezmenin de ayrı bir tadı vardır ama bu konuya başka yazılarda değinilecek.
Eğer Hollandalıların kendilerine özgü bir mutfakları olsaydı size mutlaka bundan bahsederdim, zira gurme gezileri yapmak da ayrı bir hayalim. Yine de karamelli, tarçınlı hafifçe ısıtılıp mideye indirilen Stroopwaffle'lardan bahsedemeden geçemeyeceğim. Komite Koordinatörümüz bize dağıtınca hepimiz bu mükemmel tat karşısında mest olmuştuk. Alberthein'de deli gibi stroopwaffle aradıktan sonra artık bütün grubumuza yayılmıştı bu mükemmel tat. Ben birkaç paket stokladım, evde babam gidip gelip bunlardan yiyor. Neyse, bu küçük ayrıntılar beni çok mutlu ediyor. Mesela Knossos'ta uzo içince üşümemeniz, Arjantin restoranı'ndaki sıcak ekmek, Meksika restoranı'ndaki şapkalar; bikuk, dontcopy ve Y. ile yağan kar altında koşup, üzerimizin kar tutması ve tramvayda Teoman şarkıları söylememiz ve daha niceleri...
Scheveningen'e ayrı bir paragraf ayırmadan edemeyeceğim zira adıyla ve acı-tatlı anılarıyla gönlümüze taht kurdu, dilimizden düşmedi. Bu ismi okuyamayanlar için tarif: skheveningen diye okumanız gerekiyor ancak kh kısmında hafif öksürüyor taklidi yapmanız şart. İsim savaş sırasında Hollandalıları Almanlardan ayırt etmek için konulmuş. Nereye gidiyorsunuz sorusuna hataya düşüp Şveningen diye cevap verdiğinizde Alman olduğunuz anlaşılıyormuş. Adıyla aramızda pek çok kez muhabbete konu olan Scheveningen küçücük bir sahil kasabası, Kuzey Denizi'ne bakıyor. Geniş kumsalında gece önünüzü görmeden koşmanın ise ayrı bir zevki var, sonsuzluğa koşuyormuş gibi hissediyor insan. Yukarıya baktığınızda ise gökyüzünde zannettiğinizden çok daha fazla yıldız olduğunu fark ediyorsunuz ve eğer je-fais-du-velo'ysanız saf saf gökyüzüne bakıyor ve mutlu oluyorsunuz... Scheveningen'de size önerebileceğim iki yer var. İlki her sene delegasyon yemeğimizi yaptığımız, yemekleri çok kötü, içecekleri çok pahalı ama müziği ve eğlencesi tam bizlik olan Crazy Pianos var. Üzerinde çılgın bir piyanonun olduğu peçetelere istek parçanızı yazıyor ve gönderiyorsunuz. Hey Jude'u bir türlü çalmasalar da zamanında YMCA, English Man in New York, Hallelujah, Here Comes the Sun, Wonderwall, Falling gibi pek çok şarkıyı çalarak bizi mutlu etmişlikleri vardır. Bir daha gidecek olursak aldığım iki ders var: yemek yeme, fizik hocanla gitme. Bahsedeceğim ikinci yer ise Pancake House, burası da en az Crazy Pianos kadar çılgın bir yer, Chicken Curry Pancake ise hiçbir zaman yiyemeyeceğim ama varlığıyla beni mutlu eden bir krep. Bu sene kısmet olmadı gitmek ama denenesi.
Her sene fazlasıyla övülen Byblos'a artık reşit olan yazarınız gururla adım attı ancak Byblos artık bomboş bir mekan haline gelmişti. Duyduğuma göre kimlik sormaya başlamışlar. Bu yüzden de curfew saati 12 olduğu iddia edilen ciddi konferans şehrimize yeni bir yer eklenmiş, üstelik bu yer de kaliteli şarap satan aile pub'ımızın kardeş mekanı Club Madness'mış. Görmedik, duymadık, bilmiyoruz. Ancak yine de Byblos'ta local celebrity'miz, okulumuzun gururunun yanında oturup bir de yakışıklı Genel Sekreteri izliyor olmak -söylemeden geçemeyeceğim- çok başarılıydı.
Lahey'de bir de tesadüflerin olmadığını, bazı şeylerin sadece kader-kısmetle açıklanacağını kanıtlayan bir olay yaşadım. Bir hafta boyunca dontcopy'le beraber h.'yi aradıktan sonra local celebrity'mizin yönettiği kapanış töreninde bir Haiti'den bir delegenin sahneye çağırılması ve o delegenin h. olması tesadüflerle açıklanabilir gibi değildi. Dontcopy sence de hayat sürprizlerle dolu değil mi?
Sizi artık sıktığımın farkındayım ama son bir kaç eklemem daha olacak. Avrupa'nın herhangi bir şehrinde yaşamak eminim hepimiz için çok güzel bir deneyim olacaktır. Soğuğa rağmen bisiklete binmek, hiç trafik sıkıntısı çekmemek, güzel güzel bahçeli güzel güzel tuğla evlerde oturmak çok güzel olsa gerek. Ama 6'dan sonra sokaklarda tek bir insanın bile kalmıyor olması beni çok üzüyor. Daha fazla anı sonraki bloglarda paylaşılmak üzere sizleri bekler...
Ne demişler İstanbul:
Be yourself no matter what they say
27 Ocak 2010 Çarşamba
The Hague
Insanlar hakkinda her gecen gun daha fazla sey ogreniyorum, bir yandan da kendi basima, kendi ayaklarimin ustunde kimseye bagli kalmadan yasamaya calisiyorum. Hic de kolay degil haberiniz olsun.
bikuk su an yanimda ve onu da her gecen daha iyi taniyorum ve daha da cok seviyorum
bu sacma blog'u post etmesem daha iyi olucakti ama buranin cok cok cok soguk oldugunu da soylemeden gecemeyecegim
Hepinizi ozledim
20 Ocak 2010 Çarşamba
True Colors
*True Colors'ı da Cyndi Lauper'den bir dinleyin bakalım.
19 Ocak 2010 Salı
99th Night
Song for a Friend
Arkadaş dediğiniz bir insandan neler beklersiniz? Kolay soru değil. Herkesin vereceği klasik cevapların bir karması olarak ben, beni dinlemesini, zor durumda kaldığımda yardımcı olmasını, en azından birkaç ortak zevkimizin olmasını, beraber güzel sohbet edebilmeyi, gerektiğinde kendimi ona sınırsızca açabilmeyi ve güvenmeyi isterim. Ama çok önemli bir etken daha var: karşısındakini olduğu gibi kabul edebilmek. Ally de daha önce bahsetmişti, birilerini değiştirmeye çalışmaktan. Ey beni değiştirmeye çalışan, her hareketimi eleştiren, her davranışıma bir kulp takan siz! Arkadaş elbette karşısındakinin hatalarını söyleyebilmeli, düzeltmesi için ona yardımcı olmalıdır ama madem o insanı bütünüyle beğenmiyor, eleştirmeye devam ediyorsanız sorarım size: neden arkadaşsınız ki o insanla? Arkadaşlık bazı şeylere aynı açıdan bakabilmek, her zaman olmasa da belli bir noktada ortak bir dünya görüşüne sahip olmak değil midir? İnsan en yakını olan arkadaşlarına düşüncelerini söyleyemeyecek, hislerini paylaşamayacak, insanlara kızdığında bunu ona anlatamayacaksa arkadaşlığın ne anlamı kalır ki? Her iki taraf da başka arkadaşlar bulsun kendilerine bence. Yoksa iki kişi de yara alacak.
O zaman size Jason Mraz'dan Song for a Friend gelsin.
14 Ocak 2010 Perşembe
Bir küçücük yaprakcık
Şimdi yeşil yeşil pigmentcikler var, bunlar güneş ışığını hissedip, elektron fışkırtıyorlar, sonra o elektronlar yolların bulup enerji oluşturuyorlar, sonra karbonlar geliyor, bu enerjiyle glükoza dönüşüyorlar.
Şaşırtıcı değil mi? Görmediğimiz, varlığından söylemeseler haberdar olmayacağımız küçücük elektroncuklar hayatımızı yönlendiriyorlar...
Ve ben bütün bunları ezberlemek zorunda kalıyorum
9 Ocak 2010 Cumartesi
Finalllerrr!!!
Hemen bir ders çalışma programı hazırlamak (cetvelle çizilmek suretiyle)
Oflayıp puflamak, kağıtları düzenleyip öyle başlamaya söz vermek
Bir dahaki dönem nasıl çalışılacağına dair hayaller kurmak
Bilgisayarın masaüstünü düzenlemeye kalkmak
Televizyonda rastlanan eski Türk dizilerini büyük bir keyifle izlemeye kalkmak
50 kere ortalama hesaplayıp, hangi dersten kaç alınması gerektiğine bakmak
Tabi ki facebook'a girmek ve bütün fotoğraflara baştan bakmaya kalkışmak
Film alıp izlemek
Saatlerce ekşisözlük'te vakit öldürmek
Sabah gazete faslını bir saate kadar uzatmak
Yazın yapılacaklar konusunda hayaller kurmak
Sabahlamaya karar vermek ve peşinden duşa girmek
Aynı şarkıyı 3500 kez dinlemek ve sözlerini hala ezberleyememek
Bol miktarda kahve, çikolata ve nutella tüketmek
Hiç okumadığınız dergileri okumaya kalkmak
IT freak arkadaştan intro programming dersleri alıp beynin sınırlarını zorlamak (for more info please contact ikc)
İzleyecek yeni bir dizi bulmaya çalışmak (Ally'e burdan selam olsun)
Hemen blogger'a girip finaller hakkında yazı yazmak
Şimdilik benden bu kadar
Hepimize kolay gelsin...
4 Ocak 2010 Pazartesi
I'm Eighteen
Kendi doğumgünümü de bu fotoğrafla kutlamış olurum ben de!
İyi ki geriye dönüp baktığımda gülümseyerek hatırlayabileceğim bir gece yaşadım,
İyi ki yanlarında kendimi güvende hissedebileceğim insanlar var,
İyi ki bu insanlara onların beni yargılamayacağını bilerek kendimi açabiliyorum,
İyi ki her şeye rağmen beni mutlu edebiliyorsunuz,
İyi ki varsınız!