22 Ağustos 2010 Pazar

3

   Geçenlerde No Rezervations ve Soul Kitchen'ı (Birol Ünel çok çok başarılı burada) izledikten sonra, kardeşimin canı çekince, annemle ani bir kararla pizza yapmaya başladık.

   Annem hamurunu hazırlarken, bana da binlerce sosis, salam, sucuk ve jambon dilimi yapmak düştü. Ama halimden memnunum, incecik sosis dilimlerim yine tarafımdan epey övgü aldı. Domatesleri de bir güzel soyup doğradım, mısırın konservesini açtım (!) ve en zor kısmı olan zeytinlerin çekirdeklerini çıkarıp halka halka doğrama görevini üstlendim. Matematik problemlerini çabucak çözen kafam, zeytinleri hem yarıp çekirdeklerini çıkarıp, hem de nasıl halka halka doğrayacağımı algılayamadı. Ben ortadan zeytinin karnını yardığımdan sonra onların halka şeklini alması imkansızdı çünkü. Neyse ki annem imdadıma yetişti de daha fazla rezil olmaktan kurtuldum. Tam bu sırada İskenderun kahvaltılarında nasıl salatalık soyma özürlü olduğumu, Ally'nin ilk günlerde yardımıma koştuğunu ve haftanın sonunda ise C. ile bu konuda yarışabilecek duruma geldiğimi hatırladım. Çalışan kazanır arkadaşım.

   Malzeme konusunda tek eksiğimiz mantardı. Ben de çok severim mantarı, bir etobur olarak mantar benim için en az Sezar Salata'nın içindeki tavuk kadar değerlidir. Bir dahaki sefere mantarlı da yaparız inşallah.

  Annemle kavga etmeden geçirdiğim en uzun zaman dilimlerinden biri olarak tarihe geçti bu da. Türk işi pizzamız da hazır olmak üzere.

   Belki de mutfakta daha fazla vakit geçirmeliyim.
   

19 Ağustos 2010 Perşembe

2

Şimdi değişiklik açıklamalarına gelirsek blog'un ismi romantik Fransız şairimiz Paul Eluard'dan. Kendisi tarafımdan epey sevilmekte. Bu dizenin Türkçesi ise şöyle: Bir portakal gibi mavi dünya

Yazarınızın isminin sophie olması ise tamamen keyfimden, hem fransızca olan diğerini söyleyip/yazamıyordunuz, hem de sophie anlamıyla olsun (Sophie'nin Dünyası'ndan hepiciğiniz biliyorsunuz ki Yunanca'da Sophia bilgi/bilgelik anlamına geliyor) , ellibin dildeki varyasyonlarıyla olsun, hem de Jeux D'enfants adlı mükemmel filmdeki karakterle olsun beni benden almış bir isim.

Bu kadar değişikliğe neden tumblr ya da yeni bir blog sayfası açmadığıma gelince, bu sefer bir şeyi sıkıldığım için bırakmayayım, her şeyi silip atmaktansa var olanı devam ettirmeye çalışayım dedim. Yoksa yeni açılanların kaderi de bundan pek farklı olmayacaktı.

Urfa, Viyana, İskenderun ve tekne seyahatleri yeni hedeflerimle birlikte kısa zamanda buralarda olicek.

Bugünkü şarkınız da Tom Waits- Grapefruit Moon olsun.

18 Ağustos 2010 Çarşamba

1

Döndüm. Maceralarımı yazacak bir yer arıyordum ki "Benim zaten bir blogum var" dedim kendime. Okulun da başlaması yakındır. Bu da demek oluyor ki depresyonlarımı anlatacağım bir yer olması lazım.

Temamız değişmişken bu haftaki kitaplarımı sayayım size: Alain de Botton'dan Architecture of Happiness, Italo Calvino'dan If on a winter's night a traveller, Ayça Kirişçioğlu'ndan Yol... Hepsinin ayrı ayrı hikayesi var, gelecek.

Mezun olanlarla birlikte vedalar da başladı tabi. Okyanusun öte yanına geçenlere "Beni de yanınızda götürün" diye bağırmak istiyorum çünkü burada bir sene daha geçiresim yok. Buraları sevmediğimden diye sanmayın, hayatı 120 sayfa kareli defter olarak gören insanoğlunun "temiz sayfa açma" sendromu hepsi...