31 Aralık 2009 Perşembe

Freudyen yaklaşımlar

"Bu olayların mitos'larla açıklanamayacağını anlayan İyonyalı filozoflar evrenle ilgili sorularını artık doğaya yöneltmişlerdir. İnsanın en son soru sorduğu ise kendisi olmuştur. Evet çocuklarım, psikoloji en son ortaya çıkan bilimdir."

Hafize Hoca sarf etti bu sözleri, geçen tarih dersimizde. Etkilenmediğimi de söyleyemem. Hayatı boyunca fen okumayı hayal etmiş bir öğrencinin sosyal bilimlere yönelmesini sağlayan sözlerdi bunlar. Zaten Hafize Hoca beni hukukçu yapacakmış, öyle söyledi. "Ben fen öğrencisiyim" dediğimde ise kafasını salladı: "Yok ben seni hukukçu yapacağım"

Bazen bazı şeyleri ne kadar da geç anlıyoruz...

Cici

Hoşgeldin yazılarına bir yenisi daha eklenmeli! Macaron'u çok seven, fransızcayı benden iyi bilen, yazarınız gibi hafif çatlak, sanatsever, bol müzikli ve eğlenceli bir insan daha katıldı aramıza. Kendisi blog'unu açmadan birkaç gün önce tanımlamıştı zaten blog'unu:
"Vinimsi vini gibi olan demektir" dedi her zamanki mantık yürüten davranışlarıyla. Zaten daha önce de teorileriyle konu olmuştu buralara...
Hoşgelmiş, sefa getirmiş, Ally ile birlikte beni Glee ile tanıştırmış, günümü aydınlatmış, doğumgünü organizasyonlarımızın onur konuğu olmuş, bugün bana sarılmayı çok sevdiğini söylemiş bir Vini o!

Ben de sana sarılmayı çok seviyorum Vini.
Hoşgeldin.

La Découverte

Farkında mısınız bilmiyorum, epey bir istikrarsızlık gösteriyorum blog'umda. Uzun süre yazmadığım da oluyor, yazınca peşpeşe gelenler de... Ama kızmayın bana, 2 cümlelik birşeyler bile karalamak için kafamın rahat, ertesi günün tatil olması gerekliliği benim suçum değil, tamamen bilinçaltımla alakalı.

Gece bitmeden bundan bahsetmek zorundayım, olur da yılbaşı gecesini evde sıkılarak geçirecek olanlar varsa beni dinlemeliler. Muhteşem bir site buldum: awdio.com
Evde canım sıkıldığında, özellikle de gece saat çok geçse, kaçırdığım pek çok konsere yandığımda başvuru ve eğlence kaynağım. Awdio'da Yeni Zelanda'daki konserleri bile canlı olarak izleyebiliyor,dinleyebiliyorum. Tek sorun zamanı yakalayabilmek, tabi bir de Coldplay, Travis görmek istiyor insan arada ama onlar da çok nadir oluyor. Ama denemenizi öneririm...

Herkese iyi yıllar!

28 Aralık 2009 Pazartesi

L'éternité

Yarın ölmezsem gerçekten ölümsüzlüğe kavuşacağıma inanıyorum...

Var mısınız denemeye?

24 Aralık 2009 Perşembe

Sükût-u Hayal

Beni tanıyanlar bilirler Anatomi, hazırlıktan beri almayı en çok istediğim dersti. Hani biliyorsunuz ya, kızınız Tıp okuyup Médecins Sans Frontières'e katılacak Afrika'yı karış karış dolaşacaktı. Şimdi anatomi dersi açılmayınca, ilk adımı daha atamadan suya düşmüş bir takım hayaller geçti gözümün önünden...Size de oluyor mu bilmiyorum, bana birkaç kez oldu. Kafamızda bazı şeyleri o kadar net bir şekilde belirliyoruz ki olmadığında ne yapacağını şaşıran, sudan çıkmış balıklara dönüyoruz. Ve kafamızda o kadar kurmanın, planlarımızı ona göre oluşturmanın sonrasında tek bir maille gelmiş olan sonucu görünce de, değer miydi diye soruyoruz. Aslında soruyorum, yani ben.

Büyüyünce de mi böyle olucak?
Ya da ben hiç büyüyebilecek miyim?


23 Aralık 2009 Çarşamba

Happy Christmas (John Lennon)

- Happy Christmas Julian
- Happy Christmas Kyoko
Yoko Ono ve John Lennon'ın bu fısıltılarıyla başlar şarkı... Viet Nam savaşına karşı yazılmış ve asıl adı War is Over olan bu şarkıyı şimdi hepimizin standard, kapitalist Noel şarkılarının arasına katması çok ironik değil mi?

21 Aralık 2009 Pazartesi

Shuffle

Hani olur ya, bir günlüğüne kontrolü bir kereliğine de olsa elinizden bırakıp shuffle'ı açmışsınızdır

iTunes'unuza anlamadığınız sihirsel yollarla düşmüş, nerden çıktığı belli olmayan bir şarkı belirir

Şarkı çok güzeldir, daha önce neden dinlemedim dersiniz kendi kendinize...


Ve mutlu olursunuz.


Fahir Atakoğlu-Ninni

December (Norah Jones)

"Do you always watch for the longest day of the year and then miss it? I always watch for the longest day in the year and then miss it."
Daisy

Bu gece en uzun gece. Güzel uyuyun.

*Angie sayende yine bir başlık kazandı şu blog.

Teoriler, teoriler: Fun-Sized is Back!

Daha önce size M.'nin etek boyları üzerine entellektüel(!) teorilerinden bahsetmiştim. M. sakın sana kızıyorum sanma, sen yine ırkının arasında en mantıklı ve dürüst olanlarındansın! Ama Vini çok akıllı ve blog'umun sadık bir takipçisi. Hemen yepyeni bir karşı teoriyle geldi bana, ben de paylaşmadan edemedim. Buyrun bakalım ondan dinleyin:

  • "Kısa kızlar yaşamlarının başından beri cici kız muamelesi gördükleri için ve de uzun boyluları hep içlerinden kıskandıkları için erkekleri kazanmak uğruna 30 kat "havalı" (sansür nanananana)oluyorlar ve etek boyları kısa oluyor
  • Amma velakin uzun boylu kızlar zaten uzun boyun verdiği hava ile etekleri uzun bile olsa kısa görünüyor ki kısa da giyseler kendilerine olan güvernlerinden takmıyorlar çünkü bu onlar için bir gösterge değil
    ve bu nedenle "havalı" olmuyorlar ama yine de erkekler onlardan hoşlanıyor.
    Bu iki grubu karşılaştırdığımızda uzun boylu kızlar hiçbir şey yapmazken, kısa boylu kızlar epey yol katetmiş oluyorlar."

Ben yine birşeycik demiyorum. Elçiye zeval olmaz.

*Evet itiraf ediyorum:kullandığı kelime "havalı" değildi. Ama ne yapalım, hayat böyle.


20 Aralık 2009 Pazar

Tatlı

Uzun zamandır hakkında yazı yazmak istiyordum da yazamamıştım bir türlü. Çünkü senin hakkında yazmak zordu, çok zor. Hala zorlanıyorum çünkü sana sarf edeceğim kelimeler değerli, kaçıp giderler diye korkuyorum elimden. Doğumgününe kadar beklemeyi de düşündüm ama işte burada, çok geç kalmış bir hoşgeldin yazısı bu...

Ally okuduğu pek çok kitap, dinlediği binlerce şarkı ve üzerinde 'düşünülmüş' yazılarıyla çok güzel bir blogger oldu çıktı başımıza, şimdiden bir sürü entry'si de var...(bkz. boynuz-kulak ilişkisi) Kendisiyle çok fazla hikaye biriktirdik torunlarımıza anlatıcak, buraya yazmıyorum çünkü o zaman değerli olacak o küçük şeyler ama bunlardan bir tanesi de blog'larımız olacak eminim. O çok tatlı, o adına marş yazdığım, iddialara girip kazandığım, o bütün fenerbahçeli ruhuna rağmen beşiktaş forması giymek zorunda olan, Harry'i paylaşabildiğim tek insan; o benim birtanecik kıvırcık'ım, güzel yazıların, güzel şarkıların ve güzel bir arkadaşlığın sahibi.

İyi ki varsın tatlı!
Hoşgeldin...

19 Aralık 2009 Cumartesi

Bir gün mutlu bir yazı da yazacağım

Avatar'a gitmeye niyetlendim, bir baktım gece 12.30 seansına kadar her yer doluymuş. Alışveriş merkezinde adım atacak yer yoktu, bütün restoranlar dolu, bütün mağazalar tıklım tıklım. D&R'a giriyim, bari kitap film alıyım dedim, 1 saatlik sıra vardı.

Boş pusetlerle dolaşan insanlar,
Küçük çocuklarına sahip olamayıp sonra bağıra bağıra fellik fellik arananlar,
Şuursuzca yürüyüp poşetleriyle insanlara çarpan, omuz atanlar,
Alışveriş merkezinin önünde kalabalık oluşturup sigara içenler
size sesleniyorum, yolda yürümesini bilmiyorsanız dışarı çıkmayın.

Zaten yeterince kalabalık bu dünya.


PS: Bugün dışarı çıkmamın tek faydası Walk the Line'ı almam oldu. Uzun zamandır izlemek istiyordum. Yorumlar bir sonraki entry'e...

17 Aralık 2009 Perşembe

un vélo


sWEeT DREAM, originally uploaded by [Haring].

İtalya'ya gidip sanat tarihi okuyasım var...

16 Aralık 2009 Çarşamba

16/12/09

"Hiçbir yere giden oyuncak trenin yolcuları gibiyiz, dön dolaş, aynı yer.
Aynı çaresizlik."

15 Aralık 2009 Salı

Gitmek demişken


Vespa Rainbow, originally uploaded by Satu Lagi.

Şöyle bi Vespa'm olsa,
Okula onunla gitsem,
Herkes beni kıskansa...

Hayatım Bir Müzikal Olsa

Sizi bilmem ama müzikaller hep mutluluk verir bana. En zor durumlarda bile bir şarkı hallediverir her şeyi... Hastalık, ölüm, acı yoktur; zira en kötü acı aşk acısıdır ama o da en sonunda mutlaka çözülür. Herkes çok iyi arkadaştır, en azılı düşmanınızla bile en son şarkıda kanka olursunuz. Hairspray, Grease, Hair, (bunların hepsi neden saçla alakalı, o da başka bir blog konusu), Across the Universe, The Wizard of Oz, Dreamgirls, Evita, Chicago, Phantom of the Opera, Sweeney Todd, Mamma Mia; hangi birine koysanız yaşarım. Buralara kadar geldim ama söyleyeceğim sadece bu kadardı:

ra-ma la-ma la-ma ka dinga kading-a-dong
shoo-wop shoo-waddy-waddy yippity boom-de-boom
chang-chang changity-chang shoo-bop
dip da-dip da-dip doo-wop da-doo-dee-doo
boogedy boogedy boogedy boogedy shooby shoo-wop shoo-wop
sha-na-na-na-na-na-na-na yipity-dip-de-boom
sha-na-na-na-na-na-na-na yipity-dip-de-boom
a-wop boma loo-mop, a-wop bam boom !

13 Aralık 2009 Pazar

Nobody, not even the rain, has such small hands

Son üç günümü Üsküdar dolaylarındaki "Model Birleşmiş Milletler" konferansında geçiriyorum. Bu konferansa genellikle klübümüzün yenileri katıldığından, bu vesileyle bir sürü genç MUNcilerimizle de tanışma fırsatı buldum, bir yandan da bu okuldaki ve klüpteki günlerimi yad ettim.

Nasıl heyecanlılardı, kızlar topuklularını giymiş, daha önce kot ve sweatshirt dışında başka birşeyle göremediğimiz erkekler takım elbiselerini üzerlerine geçirmişlerdi. Policy statement'lar? Tamam. Resolutionlar? 4'er sayfa. Hangi ülkeyle geçinilecek, hangi ülkeden uzak durulacak hepsi öğrenilmiş. Sevimli mi sevimli, ama en az benim kadar yaşlı ambassador'ları da onlar kadar heyecanlı. Çok güzel olacak çok.

Her şeyin ilki çok heyecan verici. İlk konferans, ilk konuşma, ilk aşk, ilk topuklu ayakkabı, ilk makyaj. Kendimi yaşlanmış hissettim birden bire. Şimdi deseler geri dön, tekrar başla liseye; döner miyim?

Anasınıfında, 23 Nisan gösterisindeyiz. Saçlarım isteğim üzerine "balerin topuzu", elbisemse en güzeli. Hava soğuk, ellerim titriyor. Ama ben, karşımda benimle dans edecek "ilk aşk"ıma bakıp, "Belki büyüyünce evleniriz" diye düşünüyor ve mutlu oluyorum.

Lemon Tree (Fool's Garden)

İnsanı sıkıcı bir pazar gününde, hem de hasta hasta yağmurun altında çıkıp kendi etrafında dönerek şarkı söylemeye çağırıyor sanki...

Yada ellerin ceplerinde, gökyüzüne bakarken yürürken bu şarkıyı mırıldanıyorsun.

Belki bir bahar günü arabada tek başına, iki tarafı da ağaçlarla çevrilmiş bir yoldan geçiyorsun.

Belki de babaannenin bahçesindeki limon ağacından daha olmamış, yemyeşil bir limon koparıyorsun.

Omuzlarımdaki meleklerden kötü mü iyi mi olduğunu bilmediğim bir tanesi kulağıma fısıldadı: "Hadi çık dışarı, yağmur camına vurup duracağına, üzerine değen damlaları huzur versin sana" dedi ama annem kızdı O'na.

Ben de sıcacık yatağıma girdim ve arada bir hasta olmanın tadını çıkardım.

Rapsodi İstanbul

En çok gitmeyi hayal eder insan...

Nereye olursa olsun, kimle olursa olsun, gidelim dediğinde mutlaka gidilecek bir yer vardır aklında.

Her şeyden bıktığında, canın sıkıldığında, insanlar seni boğduğunda senaryo ne kadar hayalci ve gerçekdışı olsa da o yer aklının bir köşesinde hep durur. O yerde gereksiz can sıkıntılarına, entrikalara, küçük hesaplara yer yoktur, hatta küçük ayrıntılar mutlu eder seni. Yüzünde de her zaman bilge bir gülümseme vardır hayallerinde.


etrafina bak, onlardan olma sakin

Genellikle de geziyorsundur, bazen İtalya'dır bu, bazen sırtında çantayla İskandinavya, bazen de Afrika'dır burası.



yola koyul kucuk kucuk, git buralardan

Ama en önemlisi bütün pişmanlıklarından uzakta olmak istersin, kimsenin seni tanımadığı öyle bir yer vardır ki yeniden başlayabilesin, yapamadığın her şeyi yapabilesin, yağmur yağdığında yetişecek bir yerin olduğu için canını sıkmayasın, yağmurun tadını çıkarasın, insanlara kendini istediğin gibi tanıtabilesin ve yalnız olsan bile korkmayasın.


sokaklarda sapsarı yapraklar, mazgallarda yağmurlar

Eğer gece uyuyamadıysan, o yeri hayal ederek uykuya dalmaya çalışırsın ki güzel rüyalar göresin. Ben küçükken öyle yapardım, eğer karanlıktan korktuysam yada en son Voldemort'un Harry'e yine ne yaptığını okuduysam, gözlerimi sımsıkı kapatır, rengarenk bir lunaparkta hayal ederdim kendimi. Önce atlı karınca, sonra dönme dolap, sonra da belki balerin.


hangi kentte bu denli acı var, başka nerde istanbul kadar?

Kendi şehrin anlamını kaybetmiştir artık, uzaklaşmadan da anlamını geri kazanamayacaktır senin için. Hem belki gittiğinde o seni boğan insanlar seni özlemiş olurlar, kimbilir. Özlemek ne kadar acıysa, özlenmek de o kadar güzeldir.

Git.




9 Aralık 2009 Çarşamba

I'm not short, I'm just fun sized


giant matryoshka, originally uploaded by PINKA.

Bugün sınıfımızın en entellektüel insanı olan, görüşlerine çok değer verdiğim bir arkadaşım yeni bir teorisini ileri sürdü. Teori aynen şöyle:

  • Kısa boylu kızlar, hayatları boyunca cici kız muamelesi gördükleri için her zaman daha alçakgönüllü, etek boyları daha uzun olurmuş, çünkü cinsellik hiçbir zaman onlara atfedilmiyormuş.
  • Uzun boylu kızlar çocukluklarından itibaren 'çok güzelsin' diye övüldükleri için kendilerine daha güvenli, daha cool oluyorlarmış; etek boyları ise tabi ki daha kısa.

Benim aklıma bu kurala uyan ve uymayan birkaç örnek geldi. Haklı mı haksız mı orasına da siz karar verin!

7 Aralık 2009 Pazartesi

Lucy in the Sky with Diamonds (The Beatles)


DSC03019adj Woodstock, originally uploaded by ftoomschb.
Ne kadar çabuk mutlu oluyoruz ve nasıl bir o kadar da çabuk üzülebiliyoruz? Islak yolda gördüğümüz kırmızı bir yaprak mutlu ederken bizi, nasıl oluyor da söylenen en ufak bir sözün altında büyük anlamlar aramaya başlıyoruz? Nasıl her şey rengarenkken bir anda kararabiliyor gökyüzü? Ve nasıl oluyor da bu neşeli şarkı bana bu kadar hüzün verebiliyor?

picture yourself in a boat on a river,
with tangerine trees and marmalade skies
somebody calls you, you answer quite slowly,
a girl with kaleidoscope eyes

Naked Truth



Greenpeace'in en başarılı reklamlarından...

5 Aralık 2009 Cumartesi

Dear Prudence (The Beatles)


Blogger'ınızın bugün ölümcül bir sınava girmesi
Sınavda section'lardan birinde 'prudent' kelimesinin geçmesi
Je-fais-du-vélo'nun sınavın geri kalanında Dear Prudence'ı söylemesi
Dear Prudence, won't you come out to play?

Duş


Annem banyoya Hacı Şakir sabunu koymuş, hani şu büyük beyaz olanlardan.

Babaannem koktum bugün...

30 Kasım 2009 Pazartesi

30/11/2009

Bugün Kasım'ın son günü. Yarından itibaren Aralık'ın serin sularına dalıyor olacağız. Blogger'ınızın da 18. doğum gününe tamı tamına bir ay kalıyor demek bu (bunu hatırlatma olarak da sayabilirsiniz:) Starbucks kırmızılı, kar taneli cup'larını erken çıkardı dedik, bir de baktık yılbaşı da gelmiş çatmış. Bu da demek oluyor ki kasımın son gününü güzel değerlendirmek farz oldu.

Sabah testlerimi çözmek için alarmı 6'ya kurmuştum aslında. Ama gözlerimi açtığımda saat neredeyse 9 olmuştu. Kızdım kendime, yine kalkamadığım için ama çok da aldırmadım. Bir kere de çözmeyeyimdi, zaten bir hafta kala da bir işime yaramayacaktı. Kahvaltıda bugün gidecek olan babaannem ve dedem dahil herkese ters davrandım, bahanem de hazırdı- hormonlar. Kahvaltıdan sonra testleri çözmeye başladım, bir kaç dakika sonra annem uzattı başını içeriye doğru. Tam kızacaktım ki elinde kendi hazırladığı sıkma portakal-nar suyunu görünce sustum. Ders saati de yaklaşmıştı zaten, her zamanki saatimizde yola koyulduk babamla- bu sefer annemler de geldi. Derse giderken YKY'de durdum bir kaç kitaba baktım, Işık Bahçeleri'ni görünce gülümsedim kendi kendime, biraz daha Amin Maalouf okumak lazımdı. Sonra her zamanki masamızda kasketli, bana bayram çikolatası almış olan arkadaşımı bu sefer sıcak bir kahve içerken buldum. Ders vakti gelmişti, artık gitmek lazımdı. Derste ikimiz de yorgun ve suskunduk. O kaç gecedir uyumuyordu, ben uyusam da ondan çok da farklı değildim. Bir sürü aptal yanlış yaptık, kötü espriler döndü etrafta. Dersten çıktığımızda elimizde tek bir tavsiye vardı: Bugün kendiniz için birşeyler yapın.

Eve gelmeden uzun süredir okumadığım, zaten hiç de takip etmediğim bir alışveriş dergisi aldım kendime. Bir sürü cicili bicili yılbaşı hediye seçenekleri vardır diye...Eve girince de sehpayı yakınıma çektim, kahvemi, bir tabakta çikolata ve jelibonlarımı hazırladım, kareli kırmızı battaniyemi de alınca hazırdım artık. İzlenecek film çoktan belliydi: inglizce adlar normalde hep çok daha güzel olsa da bu sefer türkçesi'ni tercih ediyorum, Kasımda Aşk Başkadır. Daha önce pek çok kez izlemiş olsam da the Notebook gibi soğuk günlerde sizi ağlatanlardan Sweet November. Zaten eninde sonunda öleceğimizi bilsek de, neden sadece kesin bir tarihle karşı karşıya geldiğimiz zaman hayatımızı doyasıya yaşamaya karar veriyoruz ki? Bütün bunları en başında yapsak olmaz mı? Hem o zaman her şey daha kolay olur.

-Why a month?
-Because it's long enough to be meaningful, but short enough to stay out of trouble.

26 Kasım 2009 Perşembe

Such a Rush (Coldplay)

such a rush to do nothing at all.
such a fuss to do nothing at all.
such a rush to do nothing at all.
such a rush to get nowhere at all
such a fuss to do nothing at al

** Bu aralar tarzını kendiminmişçesine benimseyip utanmadan kullandığım Angie'ye ve bu hiçbir şey yapmadan sürüklendiğimiz 'çılgın kalabalık'ların içinden çıkıp da bana yol arkadaşı olan dontcopymystyle'a çok teşekkür ederim.

25 Kasım 2009 Çarşamba

Le Jour D'Avant (Yann Tiersen)

Ey müzik sen nelere kadirsin!Birilerini hayatımı beste yapmış, en büyük acımı, en mutlu anımı her şeyiyle yazmış bir de utanmadan bütün insanlığa ifşa etmiş. Yann Tiersen iyi ki varsın!

Seven Years (Norah Jones)

Birini sevmek diğer bütün insanları daha az sevmek midir?


A little girl with nothing wrong is all alone

23 Kasım 2009 Pazartesi

150 Kelime

İnsan beraber geçirilmiş onca yılı, onca güzel anıyı nasıl küçücük bir paragrafa sığdırabilir ki?

ilhamla gelen edit: yıllık write-up'ları hayatı boyunca edebiyatı teoride görmüş ama hiç bir zaman uygulamaya geçirememiş öğrencinin edebiyatla imtihanıdır.

22 Kasım 2009 Pazar

Yellow Submarine


Yellow Submarine, originally uploaded by tubo_zeta.

Bugün ilginç bir gündü yine... Kararlarımın arkasında durmam gerektiğini hatırlatan, irademi sınayanlardan... Bazen hissedersiniz ya bulunduğunuz noktadan sonra atacağınız adım, seçeceğiniz yön sizin karakterinizi, hayata duruşunuzu belirler, işte ben o adımda yine kaybettim galiba.

I wish we could all live in a yellow submarine.

"I'd never had that ticking clock feeling"

Dün gecenin bir saatinde başka hiçbir işim yokmuş gibi yeni bir diziye başladım: Flashforward. Duymuşsunuzdur, dünya üzerindeki her insan aynı anda 2 dakika 17 saniyeliğine bayılıyor ve hepsi de bu black-out sırasında 29 Nisan 2010 yani o günden tam 6 ay sonrasında saat 22.00'da olacakları görüyor. Black-out kısa vadede insanlar uyandığında uçakların düşmesine, trafik kazalarına ve yangınların çıkmasına sebep olurken, uzun vadede daha büyük sonuçlar doğuruyor: İnsanlar -iyi veya kötü- geleceklerinden tedirginlik duymaya başlıyorlar. Bütün bu olayların merkezinde ise Shakespeare in Love filminden tanıdığımız, şarkıcı Doğuş'a benzerliğiyle beni her seferinde gülümsetmeyi başaran Mark Benford rolünde Joseph Fiennes var. Mark Benford'ın doktor karısı Olivia'yı ise Lost'tan- Penelope Widmore- karakteriyle zamanında kendini sevdirmiş Sonya Walger oynuyor.
İlk bölümün başlangıcı Mark Benford'un gözlerini aniden açıp kendini bir kaosun ortasında bulması haliyle Lost'u feci derecede andırıyor. Ancak ilerleyen bölümlerde bu benzerliği unutturup, kendi karakterini oturtacağına inanıyor yada inanmak istiyorum. Az önce ikinci bölümü bitirdim ve itiraf etmeliyim ki surfthechannel.com'a girip 3. bölümü yüklememek için kendimi zor tutuyorum ve buradan da anlayacağınız gibi senaristler merak ögesini bölüm sonlarında başarılı bir şekilde kullanıyorlar. Mark Benford içinse söyleyeceğim bir kaç şey var. Öncelikle Lost'ta kahramanımız gönlümüzde taht kuran doktorumuz, kısa sürede Oceanic 815 kazazedelerinin lideri haline gelen Jack sadece adadakilerden sorumluydu- ki bu bile yeterince tehlike ve gerilim gerektiriyordu. Ancak komiserimiz Mark sırf kendini 6 ay sonra bu davayı- black-out olayının gerçekleşme nedeni ve sorumlularını- araştırırken gördüğü için an itibariyle bütün dünyadan sorumlu- ki bu da bence karaktere fazla fantastik bir sorumluluk yüklemek anlamına geliyor. İzleyici ister istemez bu global ve gizemli problemi çözmek bir tek sana mı düştü diye sormadan edemiyor.
Yukarıdaki alıntıya gelince... ikinci bölümü izlerken kafam sorularla patlamak üzereydi, dizi izleyiciye kendi geleceğini ve geleceği neyin belirlediğini düşündürüyor. Mark gelecekte davayı çözmek için panosuna yerleştirdiği isimler ve resimlerden hatırladıklarını teker teker araştırmaya başlıyor. O zaman gelecek Mark geleceği görüp peşinden gittiği için mi gerçekleşti yoksa zaten olacak mıydı? Geleceği gördüğümüzde onu olduğu gibi kabullenmeli ve akışına mı bırakmalı, gerçekleşmesi veya gerçekleşmemesi için çaba göstermeli miyiz? Her şey önceden belirliyse ve biz bunları biliyorsak gelecek biz onu bilip ona göre hareket ettiğimiz için mi yoksa her şeye rağmen mi gerçekleşir? Aslında Mark gelecekte kendini bu olayı araştırırken görmeseydi, araştırmaya hiç başlamayacaktı. Zira konuya bütün olarak bakarsak Mark herkes gibi black-out'u yaşamasaydı, zaten black-out'un sırrını çözmek gibi bir derdi de olmayacaktı. Evet karışık sorular devam ediyor...Ya 6 ay sonrasında hiçbir şey göremeyen Ajan Noh'a ne olacak? 6 ay sonra öleceğinizi bilseydiniz bu gerçeği kabullenip ona göre yaşamaya mı karar verirdiniz yoksa nasıl öleceğinizi öğrenmeye çalışıp engellemeye mi çalışırdınız? İşte tam burada sarf ediliyor bu sözler: "I'd never had that ticking clock feeling"
Flashforward ilk iki bölümüyle takip etmeye değer gözüküyor, tabi sizi bağımlı hale getirecek ve zamanınızı yiyecek bir uğraş arıyorsanız. Diyorum ya, insan düşünmeden edemiyor, siz geleceğinizi görseydiniz ne yapardınız?

17 Kasım 2009 Salı

İstek Üzerine

Bazı insanlar vardır hiç olmadık zamanlarda çıkarlar karşınıza, olmadık bir anda bakmışsınız ki arkadaş oluvermişsiniz. Yavaş adımlarla gelişmez, birden başlar. İşte bugünlerde dipboyasına ihtiyacı olan bir kız vardı, 08-09 yılımın olabilecek en güzel şekilde geçmesini sağladı. Günümü aydınlattı, hayatımı renklendirdi (en çok da turuncuya boyadı)! Bugün blog'umda ondan bahsetmemi istedi, daha ayrıntılı yazıları doğum gününe saklıyorum ama o iyi ki var!
çocuklardık
parlak yıldızlardık o zaman
ay büyülüydü, yakamoz, deniz
ardından koştuğumuz o baharlar

Oyuna Devam

"Hiç bitmeyecek mi bu kısırdöngü?" diye soranlara...

rakipler kaçak güreştiler
hepsinin yumrukları vardı
dünyayı değiştirmek için verdiğimiz kırıntılardı
oyuna devam

biz hiç aldanmadık
biz hiç aldatmadık
desem yalan
oyuna devam

Bülent Ortaçgil

16 Kasım 2009 Pazartesi

Epicurean Paradox

Yaklaşık 2300 yıl önce Atina'da yaşamış olan Epicurus bu sözleri söylemiş. Kimilerine göre atomist, kimilerine göre ateizmin temellerini oluşturan bu sözlerle bugün karşılaştım ve kendime 'evil' nedir diye sordum. Düşününce cevaplaması kolay bir soru değil. İçimizdeki basit bir kıskançlık duygusunu 'evil' olarak adlandırabilir miyiz? Holocaust nasıl bir kötülüğün sonucudur?
Siz düşünedurun, ben de Epicurus'un sözlerini sizlerle paylaşayım:

If God is willing to prevent evil, but is not able to
Then He is not omnipotent.
If He is able, but not willing
Then He is malevolent.
If He is both able and willing
Then whence cometh evil?
If He is neither able nor willing
Then why call Him God?

15 Kasım 2009 Pazar

Angie'nin Düğün Pastası


Very cool wedding cake, originally uploaded by NoNo Joe.

Angie'nin düğün pastası nasıl olur diye geçenlerde konuşmuştuk dünya tatlısı ortak bir arkadaşımızla... O da bana buna benzer bir fotoğraf göstermişti, Angie'ye ancak bu yakışır diye. Flickr'da bu fotoğrafa rastlayınca kendimi tutamadım, hemen bir blog post yazmaya karar verdim! Hep beraber bu pastayı afiyetle mideye indireceğimiz güzel günlere...

i'll buy you a diamond ring my friend
if it makes you feel all right
i'll get you anything my friend
if it makes you feel all right
'cause i don't care too much for money
for money can't buy me love

14 Kasım 2009 Cumartesi

Yew

Bu esrarengiz porsuk ağacı'nın kırmızı jelibonumsu meyvesi haricinde tohumu da dahil olmak üzere her yeri ölümcül derecede zehirli. RC kampüsünde de rastladığım 3 tane var bu porsuk ağaçlarından... Okulun insan üzerinde yarattığı baskıyı da düşününce... Korkmayın, bir arkadaşım çok güzel makaron yapmış bunlardan, anlatıp duruyordu ama bir türlü kısmet olmadı. Yakında makaron tarifimle buralardayım!

O

onun her ani heyecan dolu...
beni üzdügü zamanlarda bile...
yoklugunu hissetmek beni korkuturdu...

"cok kisilikli harf. sayfalar boyu tek kisiye aitse, tutkunun, huznun, bekleyisin merkezi haline gelir. ici bostur ya, doldur doldurabildigin kadar. noktalar dolusu.... o" (she's a maniac-ekşisözlük)

"yeri dolduralamayan, yerine yenisi koyulamayandır. bastırılamayan hıçkırıkların sahibi, en içten kahkahaların ortağıdır. zamanı geçersiz kılan, mesafeleri önemsiz yapan, duvarlarını yıkandır. sınırsızdır, yaşamayana tanımsızdır, kimisine imkansızdır...o aslında bir insanın sevdiği, sevebileceği tek yarasıdır..." (charming-ekşisözlük)

13 Kasım 2009 Cuma

Buluşmak Üzere

diyelim yağmura tutuldun bir gün
bardaktan boşanırcasına yağıyor mübarek
öbür yanda güneş kendi keyfinde
ne de olsa yaz yağmuru
pırıl pırıl düşüyor damlalar
eteklerin uça uça bir koşudur kopardın
dar attın kendini karşı evin sundurmasına
işte o evin kapısında bulacaksın beni

diyelim için çekti bir sabah vakti
erkenceden denize gireyim dedin
kulaç attıkça sen
patiska çarşaflar gibi yırtılıyor su
ortadan ege denizi
bu efendi deniz
seslenmiyor
derken bi de dibe dalayım diyorsun
içine doğdu belki de
işte çil çil koşuşan balıklar
lapinalar gümüşler var ya
eylim eylim salınan yosunlar
onların arasında bulacaksın beni

diyelim sapına kadar şair bir herif çıkmış ortaya
çakmak çakmak gözleri
meydan ya taksim ya beyazıt meydanı
herkes orda sen de ordasın
herif bizden söz ediyor
bu ülkenin çocuklarından
yürüyelim arkadaşlar diyor
yürüyelim özgürlüğe mutluluğa doğru
her işin başında sevgi diyor
gözlerin yağmurdan sonra yaprakların yeşili
bi de başını çeviriyorsun ki yanında ben varım

Can Yücel

Between the Bars (Elliott Smith)

drink up one more time
and i'll make you mine
keep you apart deep in my heart separate from the rest
where i like you the best
and keep the things you forgot

Wander Your Own Land

Efendim, kızıyormuşsunuz yazmıyorum diye blog'uma. Hatta isyan geldi Tuncer'den "Yazılacak o kadar şey varken neden tek kelime yazmıyorsun blog'una, sınav mınav anlamam ben. Zamanla değişen insanlardan, ufak şeyleri ne kadar çok kafamıza taktığımızdan bahset" dedi bana. Tuncer hasta olup da beni üzmese, ben daha çok yazarım ama bilmiyordu bunu o işte.
Şu zamanlar hayatımla ilgili kararlar aldığım bir dönem. Kendimi 3olarına gelmiş biri olarak hayal etmekte büyük güçlük çekiyorum;her şey o kadar belirsiz, karanlık ve flu ki... Nerede olacağım? Ne yapıyor olacağım? Kimlerle beraber olacağım?Kimlerle hala konuşuyor olacağım? Her gece yatmadan önce beni en az yarım saat uykusuz bırakan bu sorular şu an hayatımı oluşturuyor.
Uzaklara gitmek, sıfırdan başlamak, tanımadığım insanların ortasında tek başıma, yapayalnız olmak beni korkutmuyor değil. Ama bir o kadar da heyecanlandırıyor, mutlu ediyor. Kurulmuş bir düzenin ortasında, herkesin sizin için belirlediği kurallara göre oynamaktansa; gidip kendi kurallarımı kendim koymak daha cazip geliyor. Gözlerimi kapatıp 15 yıl sonra kendimi nerede gördüğüme gelince. Sanırım sınır tanımayan bir doktor olarak Nijerya, Darfur, Etiyopya gibi bir ülkede çocuklara yardım ediyorken görmek isterim kendimi. Kuşkularım yok mu, tabi ki var. Nasıl yaşarım oralarda? Tutunabilir miyim? Ama yazdığıma göre resmileşti bu hayalim artık. Beni hala akademik kariyer yapmak için çabalayan, sistemin kölesi olmuş bir öğrenci olarak görürseniz hatırlatabilirsiniz.
Saçmalamaya başladım yine galiba. Herkesin boş olduğunu düşündüğüm ergen sorunlarımı atlatmak üzereyim ama. Artık her insanın tanımaya değer olduğunu ve herkesin bu dünyaya bir şeyler katmak için geldiğini düşünüyorum.

Try to understand that I'm
Trying to make a move just to stay in the game
I try to stay awake and remember my name
But everybody's changing
And I don't feel the same.

Sivilce


Dün sivilcelerden bahsediyorduk... Artık 18ime gelmeme rağmen yüzümde beni utandırıcasına çıkmaya devam eden, yüzümün en olmadık yerlerinde çıkıp canımı acıtan, insanlarla konuşurken acaba sivilceme bakıyorlar mıdır diye düşündüren kocaman kırmızı yaratıklardan...

Bir arkadaşım artık kurtulduğunu söyledi. Yüzü pürüzsüzdü. Sivilce çıkmıyormuş artık en son 8. sınıfta yaşamış benim hala kurtulamadığım sorunlarımı. Bir diğer arkadaşımın bembeyaz yüzünde çok nadir çıkarmış sivilce ama çıktığı zaman da burnunda kocaman bir tane belirirmiş onun bütün hassaslığına inat.

Yaşlılar derler ya yüzümdeki her bir çizgi yaşadığım güzel veya acı anlardan kalan birer iz. Alnımdaki derin çizgi babamın ölümünden, yanaklarımdaki en güzel kahkahalarımdan kalmadır diye... Küçücük yaşamımda her sivilce de bir sinir patlamasının, bir ergen probleminin, ruhsal durum bozulmalarının,inişlerin çıkışların, saldırılan çikolataların veya gözler kızarırcasına ağlamaların izi oldu benim için...

Kurtulamadık şu sivilcelerden.

12 Kasım 2009 Perşembe

Yağmur

Kimya sınavım sonunda bitti!! Evet thefoolonthehill, evet Angie bir haftadır bahsettiğim Adv. Kimya sınavımdan sonunda kurtuldum...
Bana kızmayın bir- bir buçuk haftadır yazmıyorum diye SAT bile çalışamıyorum. Şu Cuma gününün tatil olması ilaç gibi gelicek.
Sınavdan çıkar çıkmaz dışarıya attım kendimi, yağmur yağıyordu ama nefes almaya ihtiyacım vardı. Yağmur çiselerken, adv. biyoloji lab report'u için ağaçların fotoğraflarını çekmem gerekiyordu, sarmaşık, ortanca, meşe, palmiye, zakkum, çam... Fotoğraflar sonra paylaşılmak üzere, selen birazdan Calculus'e gidecek.

Arada yalnız kalmak güzel şey...

1 Kasım 2009 Pazar

Eulogy to Rainy Days


Yağmurlu bir günde sıcacık yatağınızda saate bakıp tekrar uykuya dalmak... Şarkılarıyla yıldızlı bir yaz gecesinde sahilde ateş başında şarkı söylüyormuş hissi uyandıran Jack Johnson'ın melodisiyle sizi huzurlu bir güne çağıran mükemmel şarkısı...


Banana Pancakes (Jack Johnson)

Can't you see that it's just raining
Ain't no need to go outside...
But baby, you hardly even notice
When I try to show you this
Song is meant to keep ya
From doing what you're supposed to
Like waking up too early
Maybe we can sleep in
I'll make you banana pancakes
Pretend like it's the weekend now

And we could pretend it all the time
Can't you see that it's just raining
Ain't no need to go outside

But just maybe, laka ukulele
Mommy made a baby
Really don't mind the breakfast
'cause you're my little lady
Lady lady love me
'cause I love to lay here lazy
We could close the curtains
Pretend like there's no world outside

The telephone is singing
Ringing it's too early
Don't pick it up
We don't need to we got everything
We need right here
And everything we need is enough
Just so easy
When the whole world fits inside of your arms
Don't really need to pay attention to the alarm
Wake up slow, yeah wake up slow


31 Ekim 2009 Cumartesi

Help! I Need Somebody

Nedense herkesin Pazartesi Sendromu diye adlandırdığı olay bende pazar öğleden sonra (hatta bu sefer Cumartesi'den) baş gösterir, bu nedenle oldum olası sabah geç kalkılan, ailecek güzel bir sofrada kahvaltı edildikten sonra kahveyle birlikte gazete okumak üzere salona geçilen ve genellikle gazete okuma seansı sonrası güzel bir film izlenen pazarları sevememişimdir. Bütün o 'zevkli' olarak tabir edilen ve çoğu artık geçmişte kalmış o aktivitelerin hiçbiri beni mutlu edemiyor, çünkü o sırada pazartesi beni benden almış oluyor! Ödevler bitti mi, haftaiçinde hangi sınavlar var, hangi gün afterschool'a kalınacak, hangi gün kurs ders zart zurt var, yeter artık! Bütün bunları düşünmek zorunda mıyım canım? Zaten haftaiçinde yeterince yüzleşmek zorunda kalıyorum bütün bu gerçeklerle, reva mıdır bu duygu öğrenci milletine?
Hem her pazar, haftasonu yan gelip yatmış ve bütün ödevleri tatil ne kadar uzun olursa olsun son güne bırakmış tipik öğrencinin başına mutlaka bir aksilik gelir. Ya sınavı olan bir kitap/defter okulda unutulur, ya bitirilmesi gereken okul dışı bir iş çıkar,ya kardeş "Abla çok önemli bir ödevim var noolur yardım et" ya anne "Bak bu sefer ayıp oluyor kızım Gaye Teyzenlere biz gidiyoruz sen hiç gelmiyorsun, bu sefer sen de bizimle gel" der vs. vs. vs.
Öğrencilerin (en azından benim) kendilerine söyledikleri en büyük yalansa "Şimdi erken yatıyım, yarın sabah erken kalkıp çalışıcam" sözüdür. Öğrenci kararlıdır, çalışmamak için normalde zorlasalar yatmayacağı bir saat olan 10 sularında pijamalarını giyer, lenslerini çıkarır ve alarmını 5.00'a kurar. Hatta ve hatta çalışacağı kitapları da masanın üstüne koyar ki hazır olsundur, sabahın köründe onları bulmakla uğraşmasındır. Gece, essay yazma ve kitap okuma temalı 'tatlı' rüyalardan sonra 5.00'da alarm çalmaya başlar. Bu noktadan sonra iki seçenek vardır: ya kalkıp lensler takılıp 10 dakika çalışılıp geri yatılacak ya da alarm önce 5.05'e, sonra 5.15'e, sonra 5.25'e derken servisin gelme saatinden 10 dakika önce olan 6.00'a kurulacaktır. Genellikle ikinci opsiyonun rağbet görmesiyle beraber, ilk opsiyon da tarafımızdan birkaç kez denenmiş olup, sonradan çok verimli (!) olduğu iddia edilmiştir.
Bir de tabii bütün bunları hiç takmayıp da bütün derslerde bir sonraki dersin ödevini yetiştirmeye çalışanlar vardır ki bu durum yazarımız tarafından pek takdir edilmez, çünkü yazar ne yapıp edip 5.00'da da kalkıp ödevlerini bitirmiştir ve bu veletler 5 dakikada onun bütün uykusuz geceleriyle dalga geçercesine ödev geçirmektedirler. Bazı ekstrem durumlar da vardır: 9. sınıfta E.A (17) Kimya lab report'unun teslim edilme tarihinde sabahtan lab report'u ondan bundan geçirerek yazmış, raporun sonuç kısmını yetiştirememiş, bir hafta sonra lab report'lar öğretmen tarafından okunup geri dağıltıldığı gün sınıfın arka sıralarında oturup arka sayfaya 5 dakikada harıl harıl conclusion yazıp dersin sonunda geri götürünce "Hocam arka sayfada conclusion vardı, görmemişsiniz" diyerek puan almayı da başarabilmiştir. Tabi bunu evde denemeniz önerilmez!
Neyse sanırım yine çenem düştü ama bıraksanız bu konuda tez bile yazabilirim. Her türlü öğrenci davranışını gözlemlemişliğim vardır çünkü. Daha önce defterimi çalmaya çalışanlar olduğu gibi, fotokopisini çektirip satmaya çalışanlar da oldu (!) Bir keresinde çok sevgili bir arkadaşım Cuma sabahı saat 13.00daki Fransızca finaline çalışırken, 09.00'daki Biyoloji finalini unuttu ( hatırlaması ise daha komik-Lise Office İzmir'deki annesini, İzmir'deki annesi Ulus'taki E. B( 17)'yi aradı- E.B de o telaşla çorap bile giymeyi unutarak 09.25'te sınava yetişmeyi başardı) E.B daha önce bütün coğrafya notlarını sınıfla paylaşmış, sınıf ortalaması 70lerdeyken kendisi 60 almıştı! (Bu yüzden kendisini hala çok seviyoruz)
Şimdilik benden bu kadar, daha sabah kalkıp kimya çalışıcam!

New Me Resolution


Her sene alışkanlığımdır, yeni yaşım ve yeni yıl aynı zamana denk geldiğinden ve sürekli kendine sözler veren (ama tabi ki tutamayan) bir insan olduğumdan olsa gerek New Year's Resolution listesi yaparım kendime. Bu 4 günlük tatilde de kendimi yenilemeye ve deyim yerindeyse "temiz bir sayfa açmaya" karar vermiştim. Az önce sevgili thefoolonthehill'in Wishlist'ini görünce, hazır kimya da çalışmıyorken, kendime güzel güzel sözler veriyim, hem bu sefer blog'umda yayınlayım da bari daha tutulabilir olsunlar dedim adını da New Me Resolution koydum=) O zaman listemize başlayalım:

  1. Daha az telefonla konuşmalıyım
  2. Daha çok Biyoloji ve Kimya çalışmalıyım
  3. Spora düzenli olarak gitmeliyim
  4. Sabah kalktığımda güne mutlu başlamalıyım
  5. Manik depresif hallerimden kurtulmalıyım
  6. Facebook'ta daha az vakit geçirmeliyim
  7. Annemle daha az kavga etmeliyim
  8. Annemle daha az kavga etmeliyim
  9. Annemle daha az kavga etmeliyim
  10. İyi kalpli kardeşime daha çok vakit ayırmalıyım
  11. Bir hedef belirlediysem, bunun için çalışmalıyım (hadi göreyim seni)
  12. Güzel write-up'lar yazmalıyım ki söz konusu kişiler beni unutmasınlar=) (siz anladınız onu)
  13. Ve tekrar daha az telefonla konuşmalıyım
  14. İstediğim filmlere artık gidebilmeliyim
  15. Her canım sıkıldığında çikolataya başvurmamalıyım
  16. Yemeksepeti.com'la bütün duygusal bağlarımı koparmalıyım
  17. Başucu kitaplarımı (!) artık gerçekten okumalıyım
  18. Kelime ezberlemeliyim
  19. "Harry olsa ne yapardı?" diye düşünmekten vazgeçmeliyim ya da vazgeçmemeliyim :S
  20. Kamper'le aramı artık gerçekten düzeltme vakti de geldi
  21. Geriye dönüp baktığımda bu okulda çok güzel günler geçirdim diyebileceğim anılar edinmeliyim kendime (evet bi sürüsünü edindim -zaten isteyince de olmuyor böyle şeyler)- Ne demiş çocukluğumuzun romantik prensi Mirkelam: "Geçip giden zamanları bir yerlerde bulsam/Sonra üzülsem/Üzüldüğüme üzülsem"
  22. Beni üzenlerden uzak durmalıyım (Ne demiş ünlü düşünürümüz Atiye:"Üzeni yolla")
  23. Bol bol güzel hayaller kurmalıyım
  24. Hayal kurmayı kesip gerçek yaşama dönmeliyim
  25. Evet yapmalıyım bunu!
You may say I'm a dreamer
But I'm not the only one

Aşk İki Kişiliktir

Yitik bir ezgisin sadece,  
Tüketilmiş ve düşmüş, gözden. 
Düşlerinde bir çocuk hıçkırır  
Gece camlara sürtünürken;  
Çünkü hiç bir kelebek  
Tek başına yaşayamaz sevdasını,  
Severken hiçbir böcek  
Hiç bir kuş yalnız değildir;  
Ölümdür yaşanan tek başına,  
Aşk iki kişiliktir. 


Ataol Behramoğlu

30 Ekim 2009 Cuma

Offf, offf

ÇOK ÇOK ÇOK SİNİRLİYİM!

Bekledikçe siniri artar mı insanın??

Ya da sinirden ağlamak isteyip de gururundan ağlayamadığı olur mu?

Oluyormuş işte!

Böyle durumlarda susmak mı çaredir konuşmak mı?

29 Ekim 2009 Perşembe

SAT word of the day -unscrupulous

unscrupulous adjective


behaving in a way that is dishonest or unfair in order to get what you want
an unscrupulous financial adviser

The unscrupulous salesman was fired for lying to his customers.

Beyaz Kale okuyorum, hayatımı yaşıyorum.

Boat Behind - Kings of Convenience

So we meet again after several years
Several years of separation
Moving on, moving around
Did we spend this time chasing the other's tail?

Winter and Spring, Summer and Fall
You're the wind surfer crossing the ocean - I'm the boat behind
Skiffle and rag, shuffle and waltz
You're the up tip toe ballerina - I'm the chorus line:

Singing
Ohohohoh, I could never belong to you
Ohohohoh, I could never belong to you

River and sea, picking up salt
Through the air as a fluffly cloud falling down as rain.

I don't like this story


İki gündür aklımda taaa yazın Koç Üniversitesi'nin sıkıcı yurtlarındaki sıkıcı balkonlardan birinde gece hiç uyumamış halimle izlediğim film var: The Fall. Birden bire nereden aklıma takıldı bilmiyorum ama o kadar tekrar izleyesim var ki, hemen Kadıköy'deki her zamanki korsan DVD'lerimi aldığım pasaja gidip (bunu da utanmadan söyledim- ama geniş bir orjinal DVD koleksiyonumun olduğunu da gururla söyleyebilirim efendim) The Fall'u almak ve evde en yumuşak koltuğumda oturup, elimde kahvemle, ayaklarımı uzatarak tekrar izlemek istiyorum.
O filmi izlediğim günden beri hayatımda pek çok şey değişti ya da değişmedi. Yeni kararlar, yeni hayatlar, yeni yollar... Evet söyleyince çok klişe geliyor ama gerçek bu. Tanıdığımı sandığım insanları tanımadığımı, o zaman bana çok yakın olan insanlarla artık koptuğumu ve her şeye rağmen hayatın bize hiç aldırmamacasına burnu havada, bize küstah kahkahalar atarak emin adımlarla devam ettiğini fark ettim. İnsanları kolay tanıdığımı düşünürdüm, "There is no art to find the mind's construction in the face" deyip yine de Macbeth'e kanan King Duncan misali. Biz de aynı King Duncan gibi kendimize sözler verip, doğru tespitlerde bulunup yine ve yeniden aynı hatalara düşüyoruz. Öğrenmiyoruz, yada öğrenmek istemiyoruz. Annem hep "Herkesle yakın ol ama hep bir mesafe olsun" derdi bana, doğru mu yanlış mı? Ben hiçbir zaman bütün duygularımı düşündüklerimi biriyle paylaşamayacak mıyım? yada bir insana tamamiyle teslim olamayacak mıyım? Hep mi bu küçük hesaplar?
The Fall'a geri dönelim yoksa "J'aime la vie" yalan olucak. İki seçeneğiniz var: ya kendinizi hikayenize inandıracak, yada hikayenin bir parçası olmayacaksınız.

- All right, close your eyes. What do you see?
-
Nothing.
-
Rub them... Can you see the stars?
- Yes.


28 Ekim 2009 Çarşamba

SAT word of the day


impenitent adjective


not sorry or ashamed about something bad you have done, unrepentant, obdurate
To this day she remains impenitent about her criminal past.

27 Ekim 2009 Salı

Sen hangi moddasın bugün?

Bodrum'da bir haftalığına bize kalmaya gelmiş olan can, canan insanla Yalıkavak'ta sahilde günbatımında yürürken anı ölümsüzleştirmek istercesine fotoğraf çektirmek istemekteyiz.Başarılı bir çekimden sonra, iyi kalpli küçük kardeş annesinin de fotoğrafını çekmek ister. Anne poz verir, tam o sırada rüzgar eser ve fotoğrafta annenin kafasının tam ortasındaki bir tutam kendini kurtarmış, hayata, rüzgara ve anneye meydan okurcasına dikilmektedir. Küçük kardeşten tepki:
"Anne horoz modu'nda çektim."

Peki bu sene benim notlarım neden bu kadar kötü?

SAT word of the night

Kelime ezberlemek (yada ezberleyememek) tam bir kabus! Oturup ezberleyemiyorsunuz. Sonunuz ya facebookta ya da Şekil. A blog'unuzda bitiyor. Arkada ise Pink Martini'den Everywhere çalıyor, önerilir.

Dayanamadım napiyim, çok çalışkanım bi kelime daha koyayım da neşemiz yerine gelsin dedim. Evet yaptım bunu! Sevgili Model Birleşmiş Milletler klübü başkanımız, klübü sözlü olarak SAT çalıştığı ortam olarak görüyorsa, ben niye kendi öz be öz blog'umu SAT çalışmak için kullanmayayım?

bu kelime anlamı kötü olsa da kulağa çok hoş geliyor.

penurious Adj

extremely stingy, frugal, avaricious, greedy, thrifty, parsimonious

Ebenezer Scrooge (!!!) was most penurious, refusing to give even a penny to charity.

Buna başka cümle bulamıyorum, çünkü hayatımda cimri insan yok ama bencil insan çok...

(Pink Martini'nin Arapça şarkıları çok komik)


Whistle for the Choir - The Fratellis


Well it's a big big city and it's always the same
Can never be too pretty tell me your name
Is it out of line if I was to be bold and say "Would you be mine?"

Because I may be a beggar and you may be the queen
I know I may be on a downer i'm still ready to dream
Though it's 3 o'clock the time is just the time it takes for you to talk

So if you're lonely why'd you say you're not lonely
Oh you're a silly girl, I know I heard it so
It's just like you to come and go
And know me no you don't even know me
You're so sweet to try, oh my, you caught my eye
A girl like you's just irresistible

Well it's a big big city and the lights are all out
But it's much as I can do you know to figure you out
And I must confess, my heart's in broken pieces
And my head's a mess
And it's 4 in the morning, and I'm walking along
Beside the ghost of every drinker here who has ever done wrong
And it's you, woo hoo
That's got me going crazy for the things you do

So if you're crazy I don't care you amaze me
but you're a stupid girl, oh me, oh my, you talk
I die, you smile, you laugh, I cry
And only, a girl like you could be lonely
And it's a crying shame, if you would think the same
A boy like me's just irresistible

So if you're lonely, why'd you say you're not lonely
Oh you're a silly girl, I know I heard it so
It's just like you to come and go
And know me, no you don't even know me
Your so sweet to try, oh my, you caught my eye
A girl like you's just irresistible


Dünyanın en şeker sözlerine ve müziğine sahip olan şarkısı. Adının Whistle for the Choir olmasının tek sebebiyse nakaratta ıslık çalıyor olması. Sonsuza dek çalabilir...

SAT word of the day - to regurgitate





regurgitate verb


If you regurgitate facts, you just repeat what you have heard without thinking about it
Many students simply regurgitate what they hear in lectures.

The teacher wanted us to examine ideas rather than to regurgitate memorized facts..

People are just regurgitating what they see on TV.

Many students regurgitate the facts in the exam and then fail.

Life is a simple act of regurgitation.

Tecimer'e selam olsun- bu kelimeyi duysa ezberlenmiş derdi!!!!



26 Ekim 2009 Pazartesi

Killing Moon - Nouvelle Vague




Under blue moon I saw you
So soon you’ll take me
Up in your arms
Too late to beg you or cancel it
Though I know it must be the killing time
Unwillingly mine

Fate
Up against your will
Through the thick and thin
He will wait until
You give yourself to him

In starlit nights I saw you
So cruelly you kissed me
Your lips a magic world
Your sky all hung with jewels
The killing moon
Will come too soon

Fate
Up against your will
Through the thick and thin
He will wait until
You give yourself to him

Fate
Up against your will
Through the thick and thin
He will wait until
You give yourself to him

Under blue moon I saw you
So soon you’ll take me
Up in your arms
Too late to beg you or cancel it
Though I know it must be the killing time
Unwillingly mine
Unwillingly mine

Aslında 1980lerin Liverpool'lu siyah beyaz grubu Echo&the Bunnymen'in söylediği bu şarkıyı Nouvelle Vague'dan dinlediğinizde ikisinin aynı şarkı olduğuna inanamayabilirsiniz.
Hani olur ya, Alice Harikalar diyarındadır, birden bire rengarenk kaplı karolarla dolu avluda bulur kendini, wonderland'de kuş cıvıltıları vardır, siz tam Alice'e "Dur yapma" diye bağıracakken hikaye birden Amélie'ye dönüşüverir, küçük Amélie elinde fotoğraf makinesiyle tavşan, köpecik şeklindeki pofuduk bulutları çekerken size göz kırpar, tam bir adım daha atacakken çay partisindesinizdir, gökyüzüne uzanmaya çalışırsınız pofuduk bulutlar pamuk şekeri olmuştur. Tam ilk lokmayı almışsınızdır ki her şey bir rüyadır.
Şarkı bittiğinde de böyle hissetti bu insan...

SAT word of the day- to abridge


abridge verb


to make a book, play or piece of writing shorter by removing details and information that is not important
The book was abridged for children.

I have only read the abridged version of her novels.

You'll read an abridged version of my life today.

Abridge is a village in Essex, England. It is on the River Roding, 26 km (16 miles) south-west of the county town of Chelmsford (hah!)

This week is abridged thanks to H1N1





25 Ekim 2009 Pazar

Girl


Is there anybody going to listen to my story
All about the girl who came to stay?
She's the kind of girl you want so much
It makes you sorry
Still you don't regret a single day.
A girl
Girl
girl

When I think of all the times I've tried so hard to leave her
She will turn to me and start to cry;
And she promises the earth to me
And I believe her
After all this time I don't know why
A girl
Girl
Girl

She's the kind of girl who puts you down
When friends are there, you feel a fool.
When you say she's looking good
She acts as if it's understood.
She's cool, cool, cool, cool,
A girl
Girl
Girl

Was she told when she was young that pain
Would lead to pleasure?
Did she understand it when they said
That a man must break his back to earn
His day of leisure?
Will she still believe it when he's dead?
A girl
Girl


Her girl deyişinden önceki iç çekişi...

SAT word of the day

Demiştim, şu SAT başımı ağrıtan en büyük sebeplerden. Çalışmaya başlamak için gaz olsun diyoruz ve ilk kelimemizi post ediyoruz:

exacerbate

(verb)

To make something which is already bad worse.

This attack will exacerbate the relations between two communities.

A heavy rainfall exacerbated the flood.

This biology lab report is exacerbating my headache.

There's hundreds of Zombies outside and they're going to exacerbate things.

Masumiyet Müzesi exacerbated my perception of Orhan Pamuk.

Ron's departure exacerbated Harry's trust in himself.

This entry exacerbated my blog.

Exacerbation rules my world.