22 Aralık 2010 Çarşamba

23

Vazgeçiyorum galiba. Düşmek üzereyim.

14 Aralık 2010 Salı

22

Korkuyorum. Korktukça saçmalıyor, saçmaladıkça geriliyor, gerildikçe etrafımdaki insanları da üzüyorum. En çok bu bekleyişin bitmemesinden korkuyorum sanırım. O kadar güvensizim ki kendime, bazen kendim üzüleceğim için değil, başkaları benim hakkımda konuşacak diye üzülüyorum. Her şeyden bıkıyor, sadece uyumak istiyorum. Bahar bana o kadar uzakta ki...

7 Aralık 2010 Salı

21


(...)
I like for you to be still
It is as though you are absent
Distant and full of sorrow
So you would've died
One word then, One smile is enough
And I'm happy;
Happy that it's not true

Pablo Neruda

3 Aralık 2010 Cuma

20





Masalların Masalı

(...)
su başında durmuşuz
çınar, ben, kedi, güneş, bir de ömrümüz.
su serin,
çınar ulu,
ben şiir yazıyorum,
kedi uyukluyor,
güneş sıcak,
çok şükür yaşıyoruz.
suyun şavkı vuruyor bize
çınara, bana, kediye, güneşe, bir de ömrümüze.

Nazım Hikmet



En sevdiğim şiirlerindendir bu, her okuduğumda içimi bir mutluluk kaplar. Ama konumuz bu değil, bu sadece girişti. Size asıl anlatmak istediğim şey,şu. Hani arada benden şarkı isteyen, sözleriyle günümü aydınlatan kız va ya S. Onun da bir blogu var artık ve sizinle paylaşılmayı hak ediyor. Daha çok yeni ama şimdiden güzel, bazen de melankolik yazılarıyla okunmayı kesinlikle hak ediyor.

Aramıza hoşgeldin S.!

http://okyanusumsu.blogspot.com/

2 Aralık 2010 Perşembe

19

Kızlar ilgiye, erkekler dış güzelliğe aşık. Peki aşk gerçekten sadece karşılıksız olduğunda mı aşk?

28 Kasım 2010 Pazar

18

Önümdeki bir ay dünyanın en uzun ve aynı zamanda en kısa ayı. Ne derlerdi? Kısmet

31 Ekim 2010 Pazar

17



 Nantes'i dinlerken aklımda birdenbire Viyana'daki günlerim geldi, o kadar özlemişim ki o yaz ortasındaki bir haftalık kaçışı, yazayım bari dedim. Biliyorsunuz tamamen tek başımaydım Viyana'dayken. AIDS konferansındaki workshop ve konuşmalardan saat 17.00 gibi çıkınca tüm gece saat 12'de metrolar kapanıncaya kadar benim oluyordu. Metro istasyonuna doğru inerken konser bileti satan Hırvat gençle selamlaşır olmuştuk bir hafta sonunda, bana da bilet satmıştı ne de olsa. Elimde harita, sırtımda çantamla hergün farklı bir istasyonda inip geziyordum Viyana sokaklarını. Sokak müzisyenlerini dilediğim gibi dinleyebiliyor, vitrinlere uzun süre bakabiliyor, saatlerimi kitapçılarda, müzelerde, sergilerde geçirebiliyordum.


Yandaki gibi bir evim olsa ne kadar güzel olur diyorum. Bunu Viyana'daki klasik mimariye karşı çıkmak isteyen Hundertwasser adlı mimar yapmış. Evin dışı ve içindeki her şey yamuk ve rengarenk. Burada oturabilmek için Viyana belediyesine başvurmanız gerekiyor.

Ha bir de Cafe Mozart var, çok pahalı ama para biriktirilip gidilesiydi. Bütün hafta akşam yemeklerini sandviçlerle geçiştirdikten sonra kendime ödül vermek amacıyla buraya gidip Albertina Museum karşısında Viyana Şinitzel'ini yerken verdiğim Euroları da düşünmüyor değildim tabi.

Klasik müzik konserine ve operaya da gittim tabi, Viyana deyince. Ring Caddesinde Otto Wagner'in binalarını izleyerek Kursalon'a ulaştım. Yerime daha yerleşir yerleşmez, yanıma genç bir adam yaklaştı ve yanımın boş olup olmadığını sordu. Bütün gece ve konser aralarında klasik müzik üzerine sohbet ettikten sonra, metro istasyonuna doğru ilerlerken arabayla Orta ve Doğu Avrupa turu yapan bir Hollandalı olduğunu öğrendim. İsimlerimizi de farklı metrolara binmeden hemen önce veda ederken öğrendik, hala garip geliyor o kadar konuştuktan sonra ancak isimlerimizi öğrenince 'Tanıştığımıza memnun oldum' ifadesini kullanıyor olmamız.

Hotel Sacher'ın mükemmel çikolatalı kekinin de fotoğrafını koyacaktım ama aktarmamışım bilgisayarıma. Bir günümün teması da tamamen ona aitti. Sonra da bir çeşmenin kenarında oturup opera binasının fotoğrafını çekip, sanat tarihi okumaya karar vermiş, sonra da Ally'le konuşmuştum.

Güzeldi tek başına olmak, hiç tanımadığım bilmediğim bir şehirde kısa süreli de olsa iz bırakmak...
Daha güzel anlatabilmek isterdim Viyana'yı ama hep hüzne bağlıyorum sonunda, beğenmiyorum sonra yazdığım devrik cümleleri. Tuna Kiremitçi'ye kızıyorum, bütün devrik cümleler Tuna Kiremitçi'nin.

Öyle işte.

23 Ekim 2010 Cumartesi

16

Bugün evdeydim. Sorumluluklar bir yığın olmuşken ve vaktim varken hiçbir şey yapmamayı tercih ettim. İntikam alıyordum güya. Kendimden intikam alıyorum aslında. Şuan en yakın arkadaşımın doğumgünü kutlanırken, orada olamamanın intikamını. O hep 'orada'ydı halbuki. Ben onun en önemli günlerinden birinde yanında olamıyorum. Çünkü akvaryumun içine tıkılı kalmış bir japon balığından daha da hapsolmuş haldeyim. Siz hissetmiyorsunuz bunu. Akvaryumum aslında epeyce büyük çünkü, bazen ben bile okyanusta olduğum yanılgısına kapılmıyor değilim. İşte o yanılgıya kapıldığım anda cam duvarlara kafa üstü çarpar buluyorum kendimi. Doymuyorum. Canım acıyıncaya, gözlerim ağlamaktan kızarıncaya kadar tosluyorum kafamı cam duvarlarıma. Bana acıyın diye söylemedim bunları. Ama sınırlarımı neden bu kadar aşmak istediğimi anlayın diye anlattım. Neden uzaklara gitmek istediğimi, neden bazı şeyler için bu kadar inat ettiğimi, bazen neden yanınızda olamadığımı anlayın diye söyledim


Doğum günün kutlu olsun karaoğlan! Bir dahaki sefere söz yanında olacağım. 


these streets have too many names for me
i'm used to glenfield road and spending my time down in orchy
i'll get used to this eventually
i know, i know
 

21 Ekim 2010 Perşembe

15


Where We Used To Play
Originally uploaded by Cereal-Killer 72
Hayat o kadar kolay olabilecekken biz o kadar zorlaştırıyoruz ki. Dertler ediniyoruz kendimize... Abuk subuk insanlara takılıp, abuk subuk diyaloglarla birbirimizi yoruyor, üzüyoruz. 'Nereye?' diye sormadan, önümüze arkamıza ve en önemlisi yanımızdakilere bakmadan ilerliyoruz, acele ediyoruz yetişmemiz gereken bir yer var çünkü, her zaman.

İşte böyle zamanlarda arka bahçede bisikletimin olduğu günleri çok özlüyorum. Dedemin elimden tutup beni parka götürdüğü, babaannemin güzel yemekler yaptığı, bahçede köpeklerimi sevdiğim, okula dört arkadaşımla birlikte yürüyerek gittiğim,mavi önlüklü günlerimi özlüyorum. Her yaz Harry Potter çıktı mı diye sürekli uğradığım kitapçıya gitmeyi özlüyorum. Ailecek arabaya binip öylesine gittiğimiz, geriye dönünce sorumluluklarımın altında ezileceğimi düşünmeden gezdiğim günleri özlüyorum. Her gitar dersinin başında hocaya bıkmadan mi verdiğim günleri, kırtasiyeden stabilo kalem seti almak için para biriktirdiğim, alınca çok heyecanlandığım günleri özlüyorum ben.

20 Ekim 2010 Çarşamba

14

Please don't put your life in the hands of a rock'n roll band, who'll throw it all away.

13

Biliyor musunuz, Oasis'in Don't Look Back in Anger'ının intro'su Imagine'dan alınma. Noel kendisi söylüyor bunu. "So I start a revolution from my bed" sözleri ise yine John Lennon ve Yoko Ono'nun yataktaki protestolarına gönderme yapıyor.

Bazıları kabul etse de, etmese de

17 Ekim 2010 Pazar

12

Pazar akşamı saat 22.02 itibariyle beni arayıp, morning sunshine edalarıyla "Günaydııııın!!" diye açan arkadaşım Ö.'ye de teşekkür ediyorum. İyi ki var!

İşte 12. sınıf olmak bu demek arkadaşlar, hayat kolay değil maalesef...

11

Geçen gün benden yine şarkı önermemi isteyip, sonra "Önerdiğin şarkılar çok güzel çıktı. (Ay manava söyler gibi oldu)" diyerek günümü şenlendiren S.'ye teşekkürlerimi sunuyorum.

10

Ne olur şu şarkıları ezberleyin beraber söyleyelim.


so let's sing a song of cheer again
happy days are here again

9

 Daha kısa vadeli hayallerim de var tabi. Bunlardan en önemlisi 30 Ocak Pazar sabahı yapacaklarıma dair. Siz siz olun, o vakitlerde beni rahatsız etmeyin, en güzel haberlerinizle gelin, hatta gelin beraber zıplayalım. Şimdi nedir bu 30 Ocak'ın önemi? Öncelikle 31 Aralık gecesi itibariyle zaten başvurucu süreci sona ermiş, artık gergin bekleyiş başlamış oluyor. Ben bu planları 1 Ocak Sabahı hakkında yapmışken, cicili bicili takvimime baktığımda sonraki hafta pek çok sınavım olduğunu, bir sonraki haftada da finallerimin başladığını görünce planlarımı ertelemeye karar verdim. E madem, yarıyıl tatilinde Hollanda'ya da gidemiyorum, sophie için keyif vakti başlamalı dedim kendi kendime.

Öncelikle 30 Ocak sabahı, hayatımda ilk defa 12ye kadar uyuyacağım. Bu bir özel durum haricinde hiç yapmadığım bir şey. (daha fazla bilgi için bkz. Ally ile yaz tatili) Sonra uyanıp, sıcacık yatağımda, baş ucumda kahve ile önceden sipariş ettiğim bir sürü dergiyi okuyor olacağım. Sonra güzel bir film izleyip, annemleri Moda'ya gitmeye ikna etmek de fena olmaz. Ailecek güzel bir kahvaltı yaparız. (brunch demekten vazgeçtim de) Asıl planlar şimdi geliyor. Fransız Kültüre kayıt, okul kütüphanesinden milyon tane kitap alıp, 5 sene boyunca içimde kalıp okuyamadığım bütün kitapları okumaca, Mr. B., Mr. C., Mr. R. gibi sohbet etmek isteyip de her seferinde yarım bırakmak zorunda olduğum sohbetleri tamamlamaca, mezun olmadan okulun her köşesinde fotoğraf çektirmece gibi binlerce oyun var aklımda. 

Hayatı ertelememek lazım diyen kimdi?

12 Ekim 2010 Salı

8

Çok hayal kuruyorum ben.


Sınır Tanımayan Doktorlarla Afrika'ya gitmek istiyorum mesela.
Akademisyen olup öğrencilerim tarafından Hafize Hoca'yı sevdiğim gibi sevilmek istiyorum.
Sanat tarihi minor yapıp, gördüğüm her binayla ilgili Ted gibi fun fact verip insanları sıkmak istiyorum. 
Bütün klasikleri birgün bitirebilmeyi istiyorum.
Çello çalmayı çok istiyorum.
Kedisu'ya kardeş bir de kedican gelsin istiyorum.
Ms. Kelly'nin hergün verdiği şiirleri ilk okuyuşumda anlayabilmek istiyorum.
Çok güzel fotoğraflar çekmek istiyorum. Karanlık odada şansım yaver gitsin istiyorum.
Paraşütle atlama yapmak istiyorum. Dalış kurslarına gitmek istiyorum. Yelken ehliyetimi artık alabilmek istiyorum.
Vosvos'um olsun istiyorum.
Bisikletle Karadeniz şeridini geçmek istiyorum.
Lykia yolunda yürümek istiyorum.
İzlanda'ya gitmek, Eyjafjallajökull'un fotoğraflarını çekmek istiyorum.


Sabah kalkabilmek için her seferinde bir günü daha geçirebiliyim diye sebep aramak zorunda olmak istemiyorum ama.

7 Ekim 2010 Perşembe

7

Bir teorim var. Bu aralar herkese söylüyorum bunu.


Bence Pink Floyd dinledikten sonra insanın neşesini ancak Mika yerine getirebiliyor. 


just the basic facts:
can you show me where it hurts?

6 Ekim 2010 Çarşamba

6

Bir arkadaşım var benim. U. Kendisi biraz manyaktır ama çok güzel fotoğraf çeker.

Serviste kamerasını elimde tutuyordum. Sonra bir saniyeliğine elimden aldı ve hiç düşünmeden yanımızdan geçen çocuğun fotoğrafını çekti.

Ben "Sadece deklanşöre bastı, ne kadar güzel çekmiş olabilir ki?" diye düşünürken fotoğrafı gördüm.

Çok güzeldi.

Kızdım kendime önce. Sonra da onun gibi olmak istedim.

İzin verirse fotoğraflarını burada da paylaşacağım.

5

Sonbahar depresyonum geldi yine.

Filmekimi ve belle&sebastian düzeltebilecek mi beni bilmiyorum.

Sonbahar, renklerin güzel ama hiç anlaşamıyoruz seninle, hiç.

4

O kadar işimin arasında ne yaptım biliyor musunuz? Full House izledim, iki bölüm. Hani şu Mary-Kate ve Ashley Olsen kardeşlerin bebekken oynadıkları dizi. Seventh Heaven'la beraber çocukluğumun en güzel dizileri. Elvis hastası, çapkın, yakışıklı Jesse Dayı, çizgi film kahramanı taklidi yapan Joey ve yunan asıllı baba Danny'nin, üç tane dünya tatlısı kızı birlikte büyüttükleri dizi. Bütün bunlar Jesse Dayı'nın Glee'ye konuk oyuncu olarak katılmış olması ve Ally'nin bunu bana hatırlatması sayesinde/yüzünden oldu. Normalde çocukluğuna dönmek isteme nostaljisini pek yaşamayan, hep büyümek isteyen ben, hüzünlendim, çocukluğumu hatırladım ve keşke öyle kalsaydım dedim. Michelle "You got it dude" dedi, ben güldüm. Jesse Dayı'nınki gibi duvarında plaklar ve gitarların asılı olduğu bir odayı düşlediğimi hatırladım, Elvis'le de ilk orada tanışmıştım galiba. İşte ben haftasonunu Full House izleyerek geçirdim. Jenerikte üstü açık arabalarıyla ailecek Golden Gate köprüsünden geçerlerken bunu söylüyorlardı:
"Everywhere you look


There's a heart
A hand to hold on to.
Everywhere you look 
There's a face of somebody who needs you."



22 Ağustos 2010 Pazar

3

   Geçenlerde No Rezervations ve Soul Kitchen'ı (Birol Ünel çok çok başarılı burada) izledikten sonra, kardeşimin canı çekince, annemle ani bir kararla pizza yapmaya başladık.

   Annem hamurunu hazırlarken, bana da binlerce sosis, salam, sucuk ve jambon dilimi yapmak düştü. Ama halimden memnunum, incecik sosis dilimlerim yine tarafımdan epey övgü aldı. Domatesleri de bir güzel soyup doğradım, mısırın konservesini açtım (!) ve en zor kısmı olan zeytinlerin çekirdeklerini çıkarıp halka halka doğrama görevini üstlendim. Matematik problemlerini çabucak çözen kafam, zeytinleri hem yarıp çekirdeklerini çıkarıp, hem de nasıl halka halka doğrayacağımı algılayamadı. Ben ortadan zeytinin karnını yardığımdan sonra onların halka şeklini alması imkansızdı çünkü. Neyse ki annem imdadıma yetişti de daha fazla rezil olmaktan kurtuldum. Tam bu sırada İskenderun kahvaltılarında nasıl salatalık soyma özürlü olduğumu, Ally'nin ilk günlerde yardımıma koştuğunu ve haftanın sonunda ise C. ile bu konuda yarışabilecek duruma geldiğimi hatırladım. Çalışan kazanır arkadaşım.

   Malzeme konusunda tek eksiğimiz mantardı. Ben de çok severim mantarı, bir etobur olarak mantar benim için en az Sezar Salata'nın içindeki tavuk kadar değerlidir. Bir dahaki sefere mantarlı da yaparız inşallah.

  Annemle kavga etmeden geçirdiğim en uzun zaman dilimlerinden biri olarak tarihe geçti bu da. Türk işi pizzamız da hazır olmak üzere.

   Belki de mutfakta daha fazla vakit geçirmeliyim.
   

19 Ağustos 2010 Perşembe

2

Şimdi değişiklik açıklamalarına gelirsek blog'un ismi romantik Fransız şairimiz Paul Eluard'dan. Kendisi tarafımdan epey sevilmekte. Bu dizenin Türkçesi ise şöyle: Bir portakal gibi mavi dünya

Yazarınızın isminin sophie olması ise tamamen keyfimden, hem fransızca olan diğerini söyleyip/yazamıyordunuz, hem de sophie anlamıyla olsun (Sophie'nin Dünyası'ndan hepiciğiniz biliyorsunuz ki Yunanca'da Sophia bilgi/bilgelik anlamına geliyor) , ellibin dildeki varyasyonlarıyla olsun, hem de Jeux D'enfants adlı mükemmel filmdeki karakterle olsun beni benden almış bir isim.

Bu kadar değişikliğe neden tumblr ya da yeni bir blog sayfası açmadığıma gelince, bu sefer bir şeyi sıkıldığım için bırakmayayım, her şeyi silip atmaktansa var olanı devam ettirmeye çalışayım dedim. Yoksa yeni açılanların kaderi de bundan pek farklı olmayacaktı.

Urfa, Viyana, İskenderun ve tekne seyahatleri yeni hedeflerimle birlikte kısa zamanda buralarda olicek.

Bugünkü şarkınız da Tom Waits- Grapefruit Moon olsun.

18 Ağustos 2010 Çarşamba

1

Döndüm. Maceralarımı yazacak bir yer arıyordum ki "Benim zaten bir blogum var" dedim kendime. Okulun da başlaması yakındır. Bu da demek oluyor ki depresyonlarımı anlatacağım bir yer olması lazım.

Temamız değişmişken bu haftaki kitaplarımı sayayım size: Alain de Botton'dan Architecture of Happiness, Italo Calvino'dan If on a winter's night a traveller, Ayça Kirişçioğlu'ndan Yol... Hepsinin ayrı ayrı hikayesi var, gelecek.

Mezun olanlarla birlikte vedalar da başladı tabi. Okyanusun öte yanına geçenlere "Beni de yanınızda götürün" diye bağırmak istiyorum çünkü burada bir sene daha geçiresim yok. Buraları sevmediğimden diye sanmayın, hayatı 120 sayfa kareli defter olarak gören insanoğlunun "temiz sayfa açma" sendromu hepsi...

25 Nisan 2010 Pazar

4 Nisan 2010 Pazar

Defying Gravity


"it's true that some doors are better left unopen. but you usually dont realize it until you are on the other side of that door. we all make mistakes, comes with the territory. still no reason to live your life in one room. the doors we choose to open determine the path of our lives, be they brave, angry, foolish or painful. we define by what we do, by where we go and you cannot go anywhere without opening the door "

25 Mart 2010 Perşembe

She took the midnight train going anywhere




Sophie was back in the game! Pure, raw, explosive pleasure! Better than drugs, better than smack! Better than a dope-coke-crack-fix-shit-shoot-sniff-ganja-marijuana-blotter-acid-ecstasy! Better than sex, head, 69, orgies, masturbation, tantrism, Kama Sutra or Thai doggy-style! Better than banana milkshakes! Better than George Lucas's trilogy, the muppets and 2001! Better than Emma Peel, Marilyn, Lara Croft and Cindy Crawford's beauty mark! Better than the B-side to Abbey Road, Jimmy Hendrix and the first man on the moon! Space Mountain, Santa Claus, Bill Gates' fortune, the Dalai Lama, Lazarus raised from the dead! Schwarzenegger's testosterone shots, Pam Anderson's lips! Woodstock, raves... Better than Sade, Rimbaud, Morrison and Castaneda! Better than freedom, better than life! (Julien- Jeux D'enfants)


Edward Munch - The Scream

You put me on a shelf
And kept me for yourself
I can only blame myself
You can only blame me
...
And I could write it down
or spread it all around
Get lost and then get found
Or swallowed in the sea

21 Mart 2010 Pazar

Gitme Yoksa

Babam bana bir Beatles şarkısı söylecek olsa sanırım Ticket to Ride'ı söylerdi

She said that livin' with me
Was bringin' her down
She would never be free
When I was around.

She's got a ticket to ride,
But she don't care

Gelecekle ilgili sürekli hayal kurmak çok mu zararlı?

Sabah 7.45

foolonthehill'in tepkisi: Hani bu kızın bir de hayalleri, idealleri vardı?


Kısmet.

Sabah 7.40

Je-fais-du-velo: Hadi canım çok sıkıldı, homeroom başlamadan köprü altından çıkıp, okuldan kaçalım

Ally: Olur, hadi gidelim

işte bu yüzden seviyorum seni

If you were there, beware


asmalimescit, originally uploaded by asliboduroglu.

Asmalımescit'e gitmeyeli epey oldu. Özledim sanırım.

Bugünlerde Ahmet Haşim okuyoruz. Haşim deyince de aklıma Orhan Veli'nin bu şiiri geldi işte, ona laf attığı için


eskiler alıyorum
alıp yıldız yapıyorum
musiki ruhun gıdasıdır
musikiye bayılıyorum

şiir yazıyorum
şiir yazıp eskiler alıyorum
eskiler verip musikiler alıyorum.

bir de rakı şişesinde balık olsam


Yazmayalı da epey olmuştu. Yazacak konum olmadığından değil de, bazen yazmak o duyguları, o düşünceleri resmileştirmek gibi geliyor. O zaman da çabuk unutayım diye sesimi çıkarmıyorum

Je-fais-du-velo

15 Mart 2010 Pazartesi

"It's such a fine line between stupid, and clever"


Stupidity Ahead, originally uploaded by oybay ©.

Hayat bazen o kadar acımasız ki, yaptığınız her şey, sarfettiğiniz onca emek sadece bir anlığına verdiğiniz yanlış bir karar, bir zayıf anınızla mahvolabilir. İnsanlar uzaktan bakar "kendi salaklığı" der, "kendi düşen ağlamaz" der. Sizse kendi yok olmuşluklarınızın içerisinde bitip gidersiniz.

Bu yüzden

"It's such a fine line between stupid, and clever"

ve yine bu yüzden

"Life is superlative"

12 Mart 2010 Cuma

- Have I gone mad?
- I'm afraid so. You're entirely bonkers. But I'll tell you a secret. All the best people are.

23 Şubat 2010 Salı

Hola!

Jambo Je-fais-du-vélo!
Now you know how to greet people in Swahili!

Sanırım Flickr'ın en çok bu yönünü seviyorum, her gün beni gülümsetmeyi başarabiliyor yepyeni bir dille karşılarken...


Bir de bir de bir de...
Biz karar verdik dontcopy'le pancake house açacağız!

Mmmmm

22 Şubat 2010 Pazartesi

Her Morning Elegance






Geçen sene bu zamanlardı sanırım Oren Lavie'nin Her Morning Elegance adlı şarkısını ilk duyduğumda. Şarkı sanki suluboya renklerinde, kısık sesle dinlenesi, rüya görmek gibi... Ben hep pazar sabahlarına yakıştırdım bu şarkıyı nedense.
Size bahsedeceğim ise klibi. Stop motion harikası yaratmış olan bu klip defalarca izlenebilir. 1 saniyede 25 fotoğraf karesi var ve öğrendiğime göre 3 dakikalık bir video'nun hazırlanması aylar sürebiliyormuş. Zaten Nightmare Before Christmas'ta da Tim Burton bu tekniği kullanmış. Kısacası izlemediyseniz izleyin, şarkıyı da atlamayın bu arada.
"soon she's down the stairs
her morning elegance she wears
the sound of water makes her dream
awoken by a cloud of steam
she pours a daydream in a cup
a spoon of sugar sweetens up
and she fights for her life
as she puts on her coat
and she fights for her life on the train"
Peki daha pazartesiden haftasonunu bekliyor olmam ne kadar acı değil mi?














21 Şubat 2010 Pazar

Hang on Little Tomato*

Kuşlar birilerinin zor günler geçirdiğini, akşamın gelmesini istemediğini söylediler. Gemilerini yakmak, kendini yeniden büyütmek istiyormuş. Böyle durumlarda ne tavsiye verilir, ne de teselli sözleri edilir çünkü o günleri o kişinin bir şekilde kendince yaşaması, kendince atlatması gerekiyordur. Ben böyle durumlarda hep bu şarkıya sığınırım, kimbilir belki onun da yüzüne ufacık bir gülümseme kondurur diye sözlerini de paylaşıyorum işte.


somebody told me, i don’t know who
whenever you are sad and blue
and you’re feelin’ all alone and left behind
just take a look inside and you will find

you gotta hold on, hold on through the night
hang on, things will be all right
even when it’s dark
and not a bit of sparkling
sing-song sunshine from above
spreading rays of sunny love

just hang on, hang on to the vine
stay on, soon you’ll be divine
if you start to cry, look up to the sky
something’s coming up ahead
to turn your tears to dew instead

and so i hold on to his advice
when change is hard and not so nice
if you listen to your heart the whole night through
your sunny someday will come one day soon to you

*Pink Martini

"I'm from the apple pie in the oven."

9. sınıfta non-fiction dersi için yazdığım Where I'm From şiiri böyle başlar. "Filling the burrow with a red smell." diye devam eder satırlarca. İçimi döküp, nerden geldiğimi hatırlamamı sağlamış bir şiirdir, Mr. Becker'a ne kadar teşekkür etsem azdır bu yüzden. Nerden aklına geldi diyeceksiniz şimdi. Bugün mutfağa girip elmalı pay yaptım da ondan. Mutfaktaki ilk yumurta ve salata ötesi deneyimlerimden biriydi- evet itiraf ediyorum bu konuda biraz yeteneksizim, sanki mutfağa girince bir ses bana 'geri dön' diyor ve ben de o sesi dinliyorum. Az önce de iki dilim yedim ama , hem de soğumasını beklemeden. Ne de olsa ilk sanat eserim.

Elmalı pay dedim de aklıma geldi. Pushing Daisies diye bir dizi vardı, hiç sürekli takip etmedim ama yakaladığımda çok mutlu ederdi beni. Alice Harikalar Diyarında'yı ve The Fall'u hatırlatırdı bana. Zaten başrolünde, aynı zamanda The Fall'un başrolünde oynayan Lee Pace'in oynamasına şaşmamak gerekir bu yüzden. Renkler, fantastik karakterler ve Ned'in Pie Hole adlı binbir çeşit turta yapan pastaneye sahip olması ve ölüleri sadece bir dakikalığına hayata geri döndürebilme yeteneği ve bu yüzden sevdiği kadına asla dokunamayacak olması güldürür beni. İçinde yaşamak istediğim dizilerdendir; absürd, fantastik, kaotik, trajikomik ama mutlu.

"Everything we do is a choice. Oatmeal or cereal. Highway or side streets. Kiss her or keep her. We make choices and we live with the consequences. If someone gets hurt along the way we ask for forgiveness. It's the best anyone can do."

20 Şubat 2010 Cumartesi

Talk Tonight*


May 16: Strawberry Lemonade, originally uploaded by keribeth.

All your dreams are made
of strawberry lemonade


*Oasis

Love After Love


The time will come
when, with elation
you will greet yourself arriving
at your own door, in your own mirror
and each will smile at the other's welcome,

and say, sit here. Eat.
You will love again the stranger who was your self.
Give wine. Give bread. Give back your heart
to itself, to the stranger who has loved you

all your life, whom you ignored
for another, who knows you by heart.
Take down the love letters from the bookshelf,

the photographs, the desperate notes,
peel your own image from the mirror.
Sit. Feast on your life.


Derek Walcott

19 Şubat 2010 Cuma

Shower Song


I'm in the shower and I'm writing a song
Stop me if you've heard it.
My skin is soapy, and my hair is wet,
and Tegrin spelled backward is Nirget.
Lather, rinse, repeatand lather, rinse, repeat
and lather, rinse, repeat
as needed.
Bazen dünyanın öbür ucundaki hiç tanımadığınız ve belki de tanımayacağınız insanların hayatlarını gizlice izlemek istemez misiniz?
Keşke reenkarnasyon diye bir şey olsa...

14 Şubat 2010 Pazar

Haven't Met You Yet*


500 days of summer, originally uploaded by naxini.
-What happens when you fall in love?
-You believe in that?
- It's love, it's not Santa Claus




*Michael Bublé

13 Şubat 2010 Cumartesi

Martı


"Seagull feather"..., originally uploaded by gardawind.

"Sınırlar yok Jonathan, öyle değil mi?"

6 Şubat 2010 Cumartesi

Kitapçılar


Bookstore in Brooklyn, originally uploaded by pedro vit.
Benim en büyük hobim kitapçıları dolaşmaktır. Evde beni bekleyen yüzlerce kitap olsa da, o gün hiç param olmasa da bir kitapçının önünden geçiyorsam içeri girmeden edemem. Hatta saatler bile geçirebilirim bıraksanız. Bu yüzden de annem bana çok kızar, alışverişe çıkmışızdır ama en az bir saatimiz yine kitapçıya ayrılır.
Tabi kitapçı dediysem her kitapçıya da yüz vermem. Belirli kriterlerim var. Mesela son günlerde fark ediyorum D&R'ı ve Kabalcı'yı kitapçı kategorisine bile sokmuyorum. Kitapçı dediğinde sadece kitap satılmalı, kırtasiye, test kitabı, DVD olmamalı benim kitapçımda. Hatta mümkünse yabancı kitap koleksiyonları da geniş olmalı.
Bu bağlamda daha önce pek çok kez bahsettiğim gibi Robinson Crusoe 389 favorimdir. Küçücüktür ama aradığınız her kitabı bulabilirsiniz. Minimalist müzik üzerine kitaplardan tutun da Marx'ın Das Kapital'ine kadar her şey bulunur. Eğer bulamadıysanız sipariş etme şansınız da vardır. Kitap aldığınızda üzerinde Robinson Crusoe sticker'lı kese kağıdından paket vermeleri ya da üzerinde Robison Crusoe'nun iki farklı tanımının bulunduğu karton çantaları da cabası.
Remzi Kitabevi'nin de hakkını yememek gerekir bu yüzden. Zaten fark ettiyseniz az sayıda şubesi olan yada tek mağaza olan kitapçılar daha bir zevke hitap ediyor.Bağdat Caddesi'ndeki şubesi epey geniş olmakla beraber Akmerkez'deki şubesi de küçük kafemsi bölümüyle yazarınızı mutlu ediyor. YKY Yayınlarının Galatasaray'daki kitabevi de Adil Hoca'mın kitaplarını bulundurduğu için gönlümüzde ayrı bir yeri var. Hem burada sınırlı sayıda baskıları olan koleksiyoner kitapları da bulunmakta.
Asıl bu yazıyı yazmama sebep olan kitabevi ise Can Yayınları'na ait. Ara Kafe'nin hemen yanında bulunan Can Kitabevi taşınmış. Merak etmeyin çok uzağa değil hemen karşıdaki sokağa, İngiliz Konsolosluğunun bulunduğu yerin hemen yakınlarında. Ama eskisi gibi sadece beyaz kapaklı, kırmızı kalpli kitaplarını satmıyor. İçeri girince beyazla gözleriniz kamaşıp, her farklı ülkenin edebiyatına ayrılmış bölümlerde kendinizi kaybedemiyorsunuz. Hem de Can Yayınları'na özel 20% indirimlerini de yapmıyorlar artık. Her yerde bulabildiğiniz sıradan kitapçılara dönüşmüş Can Kitabevi, beni çok üzdü.
Kitapçılardan bahsetmişken, sahaflara ayıp etmeyelim. Kadıköy'deki sahafların yeri ayrı olsa da, Beyoğlu'nda Odakule'nin hemen karşısındaki Denizler Kitabevi'nde 1800'lerden kalmış Fransızca Osmalı İmparatorluğu haritasını bile bulabilirsiniz. Biz Ally'le bulduk mesela, birileri için... Bir de tabi yine İngiliz Konsolosluğu'nun sokağındaki Sahaflar Çarşısı var ki, ben her seferinde bir film posteri, birkaç tane de ucuz fiyata seviyeme uygun Fransızca çocuk kitapları ediniyorum kendime. Bir tane Un Martien Dans Le Frigo var mesela, beni çok güldürüyor.
Bodrum'da bir kitapçım vardı mesela. Thefoolonthehill'in hayalindeki gibi, hem sahile çok yakındı hem de balkonunda kafesi vardı. Ben her yaz oradaki abiye Harry Potter'ın yeni kitabı geldi mi diye sorardım. Ben Robert'e geldim, orası da kapandı, kebapçı yaptılar sonra. O gün bugün ben de emekli olunca kitapçı açma hayali kurarım.
Bugün de size The Vines'dan Winning Days gelsin.

5 Şubat 2010 Cuma

The World is Big and Salvation Lurks Around the Corner

Bu balkan filmini izledim bugün. İsmi ne güzel değil mi?

Şans bu ya, günümün temasına da uygun.

Konuştum, konuştuk.

İçimdeki o acı veren, ağlamamı bile engelleyen soğuk demir parçasını söküp atabildim sonunda.

Ne güleriz seneler sonra değil mi?

Gülebilmek güzel şey.




"Isn't life amazing?" günlerime gelemedim daha ama o kocaman yüreğiyle beni dinlemek zorunda kalan güzel insan için The Beatles'tan For No One gelsin bu gece size.



*Ally sana her seferinde teşekkür etseydim, entryler seninle dolacaktı. Tatlısın.
** Dontcopy bugün hem enerjinle, hem de 'orada' olmanla beni çok mutlu ettin. 'orada' olanların çok olsun.

4 Şubat 2010 Perşembe

100th Night

99th Night diye Nuovo Cinema Paradiso'dan bir quote yapmıştım geçenlerde. 99 gece prenses'in kapısında bekleyen askerle ilgili. Neden 100. geceye kadar bekleyip prensese kavuşmak yerine 99. gece orayı terk etti diye soranlar olacaktır. İşte cevabı burada:

"In one more night, the princess would have been his. But she also could not possibly have kept her promise. And it would have been terrible. He would have died. This way, however, at least for 99 days, he was living under the illusion that she was there, waiting for him."


Ben de bu illusion'la yaşadım sanırım. Hem de 99 gün de değil, tam 10 ay boyunca. Artık bu kötü rüyadan uyanmanın vakti geldi de geçiyor bile...

S.'ye Şarkılar

Hepimiz bu aralar S.'nin müzik arşivini geliştirmek için seferber oluyoruz- ki kendisi aslında müzik zevki kaliteli bir insandır- yine de arşivini geliştirmeli ki koromuza onu da katabilelim. Bu gecenin 4. entry'si olacak olan bu yazı S.'ye adanmıştır bu yüzden. Buyrun size je-fais-du-vélo'dan seçmeler:

The Smiths- There is a Light that Never Goes Out
The Kooks- All Over Town
The Kooks- She Moves in Her Own Way
Oasis- Champagne Supernova
Anna Nalick- Breathe
Coldplay- The Scientist
Coldplay- Don't Panic
Death Cab for Cutie- I Will Follow You Into the Dark
Jack Johnson- Better Together
Jason Mraz- Lucky
Jeff Buckley- Hallelujah
James Morrison- Please Don't Stop the Rain
John Mayer-Who Says
Taylor Swift- Hey Stephan
Kimya Dawson- Tire Swing
Kings of Convenience- Boat Behind
Nouvelle Vague- Dancing With Myself
Nouvelle Vague- Killing Moon
The Turtles- Elenore
Keane- Walnut Tree
Pink Floyd- Shine On You Crazy Diamond
Röyksopp- Remind Me

Bir de Scheveningen'deki o gece anısına:

Ben E. King- Stand By Me

Şarkılarımız bol olsun!

Seated Cupid

Aslında bu feminist bir yazı olmayacaktı. Hala da olmama şansı var, sakın üzülmeyin sevgili testesteron oranı yüksek okurlarım. Şimdi siz Rijks Museum'da rastlayıp aşık olduğum bu mükemmel heykelcikten dolayı şirin mi şirin aşk dolu bir yazı yazacağımı sanıyorsanız, çok yanılıyorsunuz, onu da söyleyeyim. Aşk Tanrısı Cupid bir yandan okunu yeni kurbanına atmaya hazırlanırken, bir yandan da muzur oyununa katılmamızı isteyen bir gülümsemeyle bizi sustuyor. Cupid sana söylüyorum: o ok atıldıktan sonra her şey sandığın kadar kolay olmuyor.

Pek çok kadın, erkeklerin olgun olmadığını ve kadınların anladığı pek çok şeyi anlayamadıklarını iddia eder. Bundan sonra da "Women are complex creatures" argümanı başlar. Katılmıyorum. Erkekler bütün bu ufacık ayrıntıları anlıyorlar, kadınlardan tek farkları bütün bunları anlamamazlıktan gelmeleri. Çünkü onlar için hayat böyle çok daha kolay, yaşanılası. Hem bahaneleri de var, onlar erkekler, ne yapsınlar. En başarılı oldukları alan bilip de bilmemezlikten gelmektir.

Bir de istemem yan cebime koy mantığı vardır ki kadınlar en çok bundan acı çeker sanırım. Birini seviyorsanız neden sadece onu sevemiyorsunuz ki? Yada karşınızdakinin duygularını fark ederek onunla eğleniyor musunuz? Nedir bu herkesin bir şeyleri bilip, kimsenin bir şey bilmiyormuş gibi davranması? Bu bir oyunsa, ben bu oyuna katılmak istemiyorum. Dürüst olun bana karşı, kötü hissedecek olmam umurunuzda olmasın gerçekten: sizin için değil, tamamen benim için. Sonra daha çok üzülüyorum çünkü. Candan Erçetin demiş ya gamsız hayat herkese başka sunar garip oyunlarını diye... Oyunu oynayanın hayat olduğuna inanmıyorum ben, oyun oynayan insanlar. Herkes kafasında bir şeyler düşünüp başkalarına oyunlar oynuyor.

Ben de kendi kendime gelin güvey olup kendi kendime üzülüyorum sonra zaten. Siz bırakın beni. İşte tam da bu yüzden tekrar başlamak istiyorum. İşte bu yüzden de Local Celebrity'nin bana Amsterdam yollarında dinlettiği Goldspot'tan Rewind gelsin size.

İyi olmaya ihtiyacım var.

Amsterdam


Amsterdam bikes, originally uploaded by dranidis.

Bir haftalık Lahey macerasının sonunda geldik şimdi Amsterdam'a. Amsterdam'da yapılacak Madam Tussaud Müzesi, Seks Müzesi, Van Gogh Müzesi ziyaretleri, Hard Rock Cafe'de yemek, kanal turu gibi pek çok etkinliği yapmış olduğumuzdan S., yazarınız ve Amsterdam'ı bizim yüzümüzden doğru düzgün gezememiş olan sevgili Ally'miz yürüyüp şehrin ve soğuğun tadını çıkarmaya karar vermiştik.

İşte ne olduysa tam o karar ertesinde oldu ve kader-kısmet olayları yine yüzüme gülmeye başladı. Beni tanıyanlar bilirler Ozan Güven benim çocukluk aşkımdır, televizyonda her dizisini zamanında takip etmişliğim, posterlerinden odamda köşe oluşturmuşluğum vardır. Evet local celebrity: gay bir android'i oynayan adama aşıktım! Konuya dönersek birden karşıdan gelen Ozan Güven'i gördüm ve elim ayağım birbirine dolaştı. Sonra S. ve Ally'le birlikte takibe başladık ve Y. ve Local Celebrity'nin şaşkın bakışları altında Ozan Güven'le fotoğrafımızı çektirip, altına da imzamızı attık.

Evet... Amsterdam'da bu sefer Rijks Museum'a gittik. ASL öğrencileri olarak ilk yurtdışı müzemizdi, her ne kadar Discobolus'un verdiği heyecanı vermese de müzedeki heykeller ve resimler sanattan anlayan ve sanat zevki olarak yetişen insanlar olduğumuzu fark ettirip- evet alçak gönüllüyüm- beni çok mutlu etti. Tabi sanat zevki olan insanlar derken aslında buradaki övgü sevgili okuluma gidiyor. Rijks Museum, Hollanda tarihiyle ilgili hiç birşey bilmediğimiz gerçeğini yüzümüze vurdu. Amsterdam'a gidecek olursanız, Rijks Museum'a uğramadan dönmeyin bence. Müzeden bir adet, hatta dayanamayıp iki adet kitap alan yazarınızın koleksiyonuna Rembrandt da eklenmiş oldu böylece.

Amsterdam geceleri bir başka... Caddelerde ot kokusunu anlayacak duruma gelmek ise daha bir başka. Şışştt babam duysa çok kızar. Ama Y. sayesinde Amsterdam'da Condomerie'ye de gitmiş bulunduk. Görseniz çok eğlenirdiniz. Filli, kalpli, gülen yüzlü, zürafalı bile var. Tabi gerçekten kondom alan erkekleri görünce o kadar eğleneceğinizi söyleyemeyeceğim. Red Light'taki okul gezisi kıvamındaki turumuza ise girmemeyi tercih ediyorum izninizle.


Ally, Y., S. ve hatta K. sizi çok seviyorum, keşke biraz daha kar topu oynayabilseydik!
Ally'nin düşmemesi ve bir dahaki sefere Vélo kullanmamız dileğiyle!

Lahey

Bir şehri en iyi o şehirde yürüyerek öğrenirsiniz derler, dediler. Ama sevgili bikuk ve yazarınız için bir şehri en iyi öğrenmenin yolu o şehirde kaybolmaktır. E Lahey küçük bir şehir, ama bizim kaybolmamızı engelleyecek kadar da küçük değil maalesef...
Böyle şeyler hep ilk gecede olur. Ama bikuk Lahey'e üçüncü kez, bense ikinci kez gidiyordum. Hangi tramvaya binmemiz gerektiği, hangi durakta inmemiz gerektiği de herkesçe bilinen gerçeklerdi. Ama biz ne yaptık, bu sefer farklı bir numaraya binip ordan gitmeyi deneyelim, hem de öğrenmiş oluruz dedik ve yarım saat boyunca Lahey'in insan olmayan sokaklarında amaçsızca, yönsüzce dolaşıp durduk. Ne mi oldu? Otelimizin ışıklarını görünce, yol yordam dinlemeden ışığa doğru koşmaya başladık. Hatta bir ara kapının üstünden atlamaya çalıştığımız bile oldu. (Tamam o bendim:)) Sizi temin ederim, artık Lahey'de yolumu gözlerim kapalı bulabilirim.

Bu küçük ama ciddi şehirde her zamanki gibi yine çok üşüdüm ama yine bir o kadar da güzel anılar edindim kendime. Hep diyorum ya, bir geziye toplu halde gittiğinizde anılarınızı yine o insanlarla edinmelisiniz. Elbette ki konferanslarda da çok güzel arkadaşlıklar edinilebilir ama gecenin 3'ünde mükemmel oda arkadaşınız Ally'le yaptığınız sohbet yada birinizin odasında toplanıp gece 2'ye kadar beşbininci kez Jeux D'enfants izleyip sonra da birbirinizi gıdıklamaya başlamak paha biçilemez. Geriye dönüp baktığınızda da topladığınız anılar bunlardır zaten. Tabi bir şehri tek başına gezmenin de ayrı bir tadı vardır ama bu konuya başka yazılarda değinilecek.

Eğer Hollandalıların kendilerine özgü bir mutfakları olsaydı size mutlaka bundan bahsederdim, zira gurme gezileri yapmak da ayrı bir hayalim. Yine de karamelli, tarçınlı hafifçe ısıtılıp mideye indirilen Stroopwaffle'lardan bahsedemeden geçemeyeceğim. Komite Koordinatörümüz bize dağıtınca hepimiz bu mükemmel tat karşısında mest olmuştuk. Alberthein'de deli gibi stroopwaffle aradıktan sonra artık bütün grubumuza yayılmıştı bu mükemmel tat. Ben birkaç paket stokladım, evde babam gidip gelip bunlardan yiyor. Neyse, bu küçük ayrıntılar beni çok mutlu ediyor. Mesela Knossos'ta uzo içince üşümemeniz, Arjantin restoranı'ndaki sıcak ekmek, Meksika restoranı'ndaki şapkalar; bikuk, dontcopy ve Y. ile yağan kar altında koşup, üzerimizin kar tutması ve tramvayda Teoman şarkıları söylememiz ve daha niceleri...

Scheveningen'e ayrı bir paragraf ayırmadan edemeyeceğim zira adıyla ve acı-tatlı anılarıyla gönlümüze taht kurdu, dilimizden düşmedi. Bu ismi okuyamayanlar için tarif: skheveningen diye okumanız gerekiyor ancak kh kısmında hafif öksürüyor taklidi yapmanız şart. İsim savaş sırasında Hollandalıları Almanlardan ayırt etmek için konulmuş. Nereye gidiyorsunuz sorusuna hataya düşüp Şveningen diye cevap verdiğinizde Alman olduğunuz anlaşılıyormuş. Adıyla aramızda pek çok kez muhabbete konu olan Scheveningen küçücük bir sahil kasabası, Kuzey Denizi'ne bakıyor. Geniş kumsalında gece önünüzü görmeden koşmanın ise ayrı bir zevki var, sonsuzluğa koşuyormuş gibi hissediyor insan. Yukarıya baktığınızda ise gökyüzünde zannettiğinizden çok daha fazla yıldız olduğunu fark ediyorsunuz ve eğer je-fais-du-velo'ysanız saf saf gökyüzüne bakıyor ve mutlu oluyorsunuz... Scheveningen'de size önerebileceğim iki yer var. İlki her sene delegasyon yemeğimizi yaptığımız, yemekleri çok kötü, içecekleri çok pahalı ama müziği ve eğlencesi tam bizlik olan Crazy Pianos var. Üzerinde çılgın bir piyanonun olduğu peçetelere istek parçanızı yazıyor ve gönderiyorsunuz. Hey Jude'u bir türlü çalmasalar da zamanında YMCA, English Man in New York, Hallelujah, Here Comes the Sun, Wonderwall, Falling gibi pek çok şarkıyı çalarak bizi mutlu etmişlikleri vardır. Bir daha gidecek olursak aldığım iki ders var: yemek yeme, fizik hocanla gitme. Bahsedeceğim ikinci yer ise Pancake House, burası da en az Crazy Pianos kadar çılgın bir yer, Chicken Curry Pancake ise hiçbir zaman yiyemeyeceğim ama varlığıyla beni mutlu eden bir krep. Bu sene kısmet olmadı gitmek ama denenesi.

Her sene fazlasıyla övülen Byblos'a artık reşit olan yazarınız gururla adım attı ancak Byblos artık bomboş bir mekan haline gelmişti. Duyduğuma göre kimlik sormaya başlamışlar. Bu yüzden de curfew saati 12 olduğu iddia edilen ciddi konferans şehrimize yeni bir yer eklenmiş, üstelik bu yer de kaliteli şarap satan aile pub'ımızın kardeş mekanı Club Madness'mış. Görmedik, duymadık, bilmiyoruz. Ancak yine de Byblos'ta local celebrity'miz, okulumuzun gururunun yanında oturup bir de yakışıklı Genel Sekreteri izliyor olmak -söylemeden geçemeyeceğim- çok başarılıydı.

Lahey'de bir de tesadüflerin olmadığını, bazı şeylerin sadece kader-kısmetle açıklanacağını kanıtlayan bir olay yaşadım. Bir hafta boyunca dontcopy'le beraber h.'yi aradıktan sonra local celebrity'mizin yönettiği kapanış töreninde bir Haiti'den bir delegenin sahneye çağırılması ve o delegenin h. olması tesadüflerle açıklanabilir gibi değildi. Dontcopy sence de hayat sürprizlerle dolu değil mi?

Sizi artık sıktığımın farkındayım ama son bir kaç eklemem daha olacak. Avrupa'nın herhangi bir şehrinde yaşamak eminim hepimiz için çok güzel bir deneyim olacaktır. Soğuğa rağmen bisiklete binmek, hiç trafik sıkıntısı çekmemek, güzel güzel bahçeli güzel güzel tuğla evlerde oturmak çok güzel olsa gerek. Ama 6'dan sonra sokaklarda tek bir insanın bile kalmıyor olması beni çok üzüyor. Daha fazla anı sonraki bloglarda paylaşılmak üzere sizleri bekler...

Ne demişler İstanbul:
Be yourself no matter what they say

27 Ocak 2010 Çarşamba

The Hague

Cok fazla sey yazamayacak olmam, z ve y'nin yer degistirmis olmasi ve turkce karakter kullanamayisim beni uzse de j'aime la vie,je fais du velo yalniz kalmasin istedim

Insanlar hakkinda her gecen gun daha fazla sey ogreniyorum, bir yandan da kendi basima, kendi ayaklarimin ustunde kimseye bagli kalmadan yasamaya calisiyorum. Hic de kolay degil haberiniz olsun.

bikuk su an yanimda ve onu da her gecen daha iyi taniyorum ve daha da cok seviyorum
bu sacma blog'u post etmesem daha iyi olucakti ama buranin cok cok cok soguk oldugunu da soylemeden gecemeyecegim

Hepinizi ozledim

20 Ocak 2010 Çarşamba

True Colors

Farkındayım kimliğini henüz bulamamış bir ergen, ya da özel günlerde renkli renkli temalar yapan google gibi J'aime la vie, Je fais du vélo da değişim içerisinde... Şimdi umarım bu son olur diyeceğim ama biliyorum olmayacak.
Suluboya'yı çocukken mutlaka kullanmışsınızdır. İlkokul'da resim çizmeyi çok seven ben, pastel olsun, kuruboya olsun boyamayı hiçbir zaman sevememişimdir. Hep dışına taşırıyordum çünkü; sabırlı değildim, özenle dışına taşırmadan ince ince boyamayı bir türlü beceremezdim. Çizdim ya işte güzel güzel, boyamaya ne gerek var diye düşünürdüm. Suluboya ise tamamen farklı bir deneyimdir, diğerlerine benzemez. Kullanması en zor boyalardandır, hatta bu yüzden şimdi baktığımda çocuklara neden kullandırdıklarını anlamıyorum. Sabır ister, özen ister, hata kaldırmaz. Yanlış renge boyadığınızda, suyla düzeltmeye çalışırsınız ama bu sefer de istediğiniz rengi tutturamaz, kağıdın dokusunu yitirirsiniz. O dağların ortasından bir ırmağın aktığı, güneşin genellikle doğmakta olduğu, aşağıda evinizin, evin yanında da bir ağacın olduğu resimleri yapması bile suluboyayla ayrı bir zordur. O yüzden de pek çok çocuk ilkokuldan sonra bir daha eline almaz her ne kadar bardaktaki suyun fırçayı batırdıkça hangi renklere büründüğünü, en sonunda nasıl griye dönüştüğünü heyecanla ve çocuksu bir merakla izlemiş olsa da. Ama bütün zorluklarına rağmen suluboyayla bulutları boyarken bulutlara dokunurmuş gibi hissederdim ben. Lekelemekten hoşlanırdım kağıdı, kurşun kalemle önceden çizmeden bomboş kağıdı istediğim gibi boyamak, değişik değişik hiçbir anlamı olmayan şekiller yapmak isterdim. Sonuçta üstümdeki pijamalarım, annemin beyaz örtüsü ve suluboya kutusu kirlenecek olsa da öylesi hep daha güzeldi. En son ne zaman suluboya kullandım hatırlamıyorum ama şimdi ne zaman suluboya görsem nostalji kokar bana.
Ben de suluboya hasretimi böyle gideriyorum işte.

*True Colors'ı da Cyndi Lauper'den bir dinleyin bakalım.

19 Ocak 2010 Salı

99th Night

Once upon a time, a king gave a feast. And there came the most beautiful princesses of the realm. Now, a soldier, who was standing guard, saw the king's daughter go by. She was the most beautiful one, and he immediately fell in love with her. But what could a poor soldier do when it came to the daughter of the king? Well, finally, one day, he managed to meet her, and he told her that he could no longer live without her. The princess was so impressed by his strong feelings that she said to the soldier: "If you can wait 100 days and 100 nights under my balcony, then at the end of it, I shall be yours." Damn! The soldier immediately went there and waited one day. And two days. And ten. And then twenty. And every evening, the princess looked out of her window, but he never moved. During rain, during wind, during snow, he was always there. The bird shat on his head, and the bees stung him, but he didn't budge. After ninety nights, he had become all dried up, all white, and the tears streamed from his eyes. He couldn't hold them back. He no longer had the strength to sleep. All that time, the princess watched him. And on the 99th night, the soldier stood up, took his chair, and went away.
*Nuovo Cinema Paradiso

Song for a Friend

Aslında yeni temamın (Little United Nations) dönemin başından beri büyük umutlarla beklediğim Hollanda seyahatiyle uyumuna dair bir yazı yazacaktım size. Delegecilik oynadığımız, dünyayı kurtardığımızı sandığımız bu oyunun, yalandan da olsa kendimize kurduğumuz dünyanın içerisinde bize neler kattığından, kavgasıyla çıkarcılıklarıyla, ütopik idealleriyle gerçek dünyanın nasıl bir simülasyonu olduğundan bahsedecektim. Ama şimdi söylemek istediğim başka şeyler var.

Arkadaş dediğiniz bir insandan neler beklersiniz? Kolay soru değil. Herkesin vereceği klasik cevapların bir karması olarak ben, beni dinlemesini, zor durumda kaldığımda yardımcı olmasını, en azından birkaç ortak zevkimizin olmasını, beraber güzel sohbet edebilmeyi, gerektiğinde kendimi ona sınırsızca açabilmeyi ve güvenmeyi isterim. Ama çok önemli bir etken daha var: karşısındakini olduğu gibi kabul edebilmek. Ally de daha önce bahsetmişti, birilerini değiştirmeye çalışmaktan. Ey beni değiştirmeye çalışan, her hareketimi eleştiren, her davranışıma bir kulp takan siz! Arkadaş elbette karşısındakinin hatalarını söyleyebilmeli, düzeltmesi için ona yardımcı olmalıdır ama madem o insanı bütünüyle beğenmiyor, eleştirmeye devam ediyorsanız sorarım size: neden arkadaşsınız ki o insanla? Arkadaşlık bazı şeylere aynı açıdan bakabilmek, her zaman olmasa da belli bir noktada ortak bir dünya görüşüne sahip olmak değil midir? İnsan en yakını olan arkadaşlarına düşüncelerini söyleyemeyecek, hislerini paylaşamayacak, insanlara kızdığında bunu ona anlatamayacaksa arkadaşlığın ne anlamı kalır ki? Her iki taraf da başka arkadaşlar bulsun kendilerine bence. Yoksa iki kişi de yara alacak.

O zaman size Jason Mraz'dan Song for a Friend gelsin.

14 Ocak 2010 Perşembe

Bir küçücük yaprakcık


Photosynthesis, originally uploaded by ParsecTraveller.

Şimdi yeşil yeşil pigmentcikler var, bunlar güneş ışığını hissedip, elektron fışkırtıyorlar, sonra o elektronlar yolların bulup enerji oluşturuyorlar, sonra karbonlar geliyor, bu enerjiyle glükoza dönüşüyorlar.

Şaşırtıcı değil mi? Görmediğimiz, varlığından söylemeseler haberdar olmayacağımız küçücük elektroncuklar hayatımızı yönlendiriyorlar...

Ve ben bütün bunları ezberlemek zorunda kalıyorum

9 Ocak 2010 Cumartesi

Finalllerrr!!!

Öğrenci davranışlarının en tipikleştiği zamanlardan biridir final haftası... Birine baktığımda final haftasında olduğunu anlayabilirim. En kötüsü de tam en son sınavlarından kurtulan öğrencinin tatil havasına girip gevşediği tekrar haftası sonrası stes patlaması yaşayacak olmasıdır. Peki finallere çalışmamak için yapılanlar neler midir? Buyrun size kısa bir liste:

Hemen bir ders çalışma programı hazırlamak (cetvelle çizilmek suretiyle)
Oflayıp puflamak, kağıtları düzenleyip öyle başlamaya söz vermek
Bir dahaki dönem nasıl çalışılacağına dair hayaller kurmak
Bilgisayarın masaüstünü düzenlemeye kalkmak
Televizyonda rastlanan eski Türk dizilerini büyük bir keyifle izlemeye kalkmak
50 kere ortalama hesaplayıp, hangi dersten kaç alınması gerektiğine bakmak
Tabi ki facebook'a girmek ve bütün fotoğraflara baştan bakmaya kalkışmak
Film alıp izlemek
Saatlerce ekşisözlük'te vakit öldürmek
Sabah gazete faslını bir saate kadar uzatmak
Yazın yapılacaklar konusunda hayaller kurmak
Sabahlamaya karar vermek ve peşinden duşa girmek
Aynı şarkıyı 3500 kez dinlemek ve sözlerini hala ezberleyememek
Bol miktarda kahve, çikolata ve nutella tüketmek
Hiç okumadığınız dergileri okumaya kalkmak
IT freak arkadaştan intro programming dersleri alıp beynin sınırlarını zorlamak (for more info please contact ikc)
İzleyecek yeni bir dizi bulmaya çalışmak (Ally'e burdan selam olsun)
Hemen blogger'a girip finaller hakkında yazı yazmak

Şimdilik benden bu kadar
Hepimize kolay gelsin...

4 Ocak 2010 Pazartesi

I'm Eighteen


290/365 eighteen, originally uploaded by oblivion head.

Kendi doğumgünümü de bu fotoğrafla kutlamış olurum ben de!

İyi ki geriye dönüp baktığımda gülümseyerek hatırlayabileceğim bir gece yaşadım,

İyi ki yanlarında kendimi güvende hissedebileceğim insanlar var,

İyi ki bu insanlara onların beni yargılamayacağını bilerek kendimi açabiliyorum,

İyi ki her şeye rağmen beni mutlu edebiliyorsunuz,

İyi ki varsınız!