27 Ocak 2010 Çarşamba

The Hague

Cok fazla sey yazamayacak olmam, z ve y'nin yer degistirmis olmasi ve turkce karakter kullanamayisim beni uzse de j'aime la vie,je fais du velo yalniz kalmasin istedim

Insanlar hakkinda her gecen gun daha fazla sey ogreniyorum, bir yandan da kendi basima, kendi ayaklarimin ustunde kimseye bagli kalmadan yasamaya calisiyorum. Hic de kolay degil haberiniz olsun.

bikuk su an yanimda ve onu da her gecen daha iyi taniyorum ve daha da cok seviyorum
bu sacma blog'u post etmesem daha iyi olucakti ama buranin cok cok cok soguk oldugunu da soylemeden gecemeyecegim

Hepinizi ozledim

20 Ocak 2010 Çarşamba

True Colors

Farkındayım kimliğini henüz bulamamış bir ergen, ya da özel günlerde renkli renkli temalar yapan google gibi J'aime la vie, Je fais du vélo da değişim içerisinde... Şimdi umarım bu son olur diyeceğim ama biliyorum olmayacak.
Suluboya'yı çocukken mutlaka kullanmışsınızdır. İlkokul'da resim çizmeyi çok seven ben, pastel olsun, kuruboya olsun boyamayı hiçbir zaman sevememişimdir. Hep dışına taşırıyordum çünkü; sabırlı değildim, özenle dışına taşırmadan ince ince boyamayı bir türlü beceremezdim. Çizdim ya işte güzel güzel, boyamaya ne gerek var diye düşünürdüm. Suluboya ise tamamen farklı bir deneyimdir, diğerlerine benzemez. Kullanması en zor boyalardandır, hatta bu yüzden şimdi baktığımda çocuklara neden kullandırdıklarını anlamıyorum. Sabır ister, özen ister, hata kaldırmaz. Yanlış renge boyadığınızda, suyla düzeltmeye çalışırsınız ama bu sefer de istediğiniz rengi tutturamaz, kağıdın dokusunu yitirirsiniz. O dağların ortasından bir ırmağın aktığı, güneşin genellikle doğmakta olduğu, aşağıda evinizin, evin yanında da bir ağacın olduğu resimleri yapması bile suluboyayla ayrı bir zordur. O yüzden de pek çok çocuk ilkokuldan sonra bir daha eline almaz her ne kadar bardaktaki suyun fırçayı batırdıkça hangi renklere büründüğünü, en sonunda nasıl griye dönüştüğünü heyecanla ve çocuksu bir merakla izlemiş olsa da. Ama bütün zorluklarına rağmen suluboyayla bulutları boyarken bulutlara dokunurmuş gibi hissederdim ben. Lekelemekten hoşlanırdım kağıdı, kurşun kalemle önceden çizmeden bomboş kağıdı istediğim gibi boyamak, değişik değişik hiçbir anlamı olmayan şekiller yapmak isterdim. Sonuçta üstümdeki pijamalarım, annemin beyaz örtüsü ve suluboya kutusu kirlenecek olsa da öylesi hep daha güzeldi. En son ne zaman suluboya kullandım hatırlamıyorum ama şimdi ne zaman suluboya görsem nostalji kokar bana.
Ben de suluboya hasretimi böyle gideriyorum işte.

*True Colors'ı da Cyndi Lauper'den bir dinleyin bakalım.

19 Ocak 2010 Salı

99th Night

Once upon a time, a king gave a feast. And there came the most beautiful princesses of the realm. Now, a soldier, who was standing guard, saw the king's daughter go by. She was the most beautiful one, and he immediately fell in love with her. But what could a poor soldier do when it came to the daughter of the king? Well, finally, one day, he managed to meet her, and he told her that he could no longer live without her. The princess was so impressed by his strong feelings that she said to the soldier: "If you can wait 100 days and 100 nights under my balcony, then at the end of it, I shall be yours." Damn! The soldier immediately went there and waited one day. And two days. And ten. And then twenty. And every evening, the princess looked out of her window, but he never moved. During rain, during wind, during snow, he was always there. The bird shat on his head, and the bees stung him, but he didn't budge. After ninety nights, he had become all dried up, all white, and the tears streamed from his eyes. He couldn't hold them back. He no longer had the strength to sleep. All that time, the princess watched him. And on the 99th night, the soldier stood up, took his chair, and went away.
*Nuovo Cinema Paradiso

Song for a Friend

Aslında yeni temamın (Little United Nations) dönemin başından beri büyük umutlarla beklediğim Hollanda seyahatiyle uyumuna dair bir yazı yazacaktım size. Delegecilik oynadığımız, dünyayı kurtardığımızı sandığımız bu oyunun, yalandan da olsa kendimize kurduğumuz dünyanın içerisinde bize neler kattığından, kavgasıyla çıkarcılıklarıyla, ütopik idealleriyle gerçek dünyanın nasıl bir simülasyonu olduğundan bahsedecektim. Ama şimdi söylemek istediğim başka şeyler var.

Arkadaş dediğiniz bir insandan neler beklersiniz? Kolay soru değil. Herkesin vereceği klasik cevapların bir karması olarak ben, beni dinlemesini, zor durumda kaldığımda yardımcı olmasını, en azından birkaç ortak zevkimizin olmasını, beraber güzel sohbet edebilmeyi, gerektiğinde kendimi ona sınırsızca açabilmeyi ve güvenmeyi isterim. Ama çok önemli bir etken daha var: karşısındakini olduğu gibi kabul edebilmek. Ally de daha önce bahsetmişti, birilerini değiştirmeye çalışmaktan. Ey beni değiştirmeye çalışan, her hareketimi eleştiren, her davranışıma bir kulp takan siz! Arkadaş elbette karşısındakinin hatalarını söyleyebilmeli, düzeltmesi için ona yardımcı olmalıdır ama madem o insanı bütünüyle beğenmiyor, eleştirmeye devam ediyorsanız sorarım size: neden arkadaşsınız ki o insanla? Arkadaşlık bazı şeylere aynı açıdan bakabilmek, her zaman olmasa da belli bir noktada ortak bir dünya görüşüne sahip olmak değil midir? İnsan en yakını olan arkadaşlarına düşüncelerini söyleyemeyecek, hislerini paylaşamayacak, insanlara kızdığında bunu ona anlatamayacaksa arkadaşlığın ne anlamı kalır ki? Her iki taraf da başka arkadaşlar bulsun kendilerine bence. Yoksa iki kişi de yara alacak.

O zaman size Jason Mraz'dan Song for a Friend gelsin.

14 Ocak 2010 Perşembe

Bir küçücük yaprakcık


Photosynthesis, originally uploaded by ParsecTraveller.

Şimdi yeşil yeşil pigmentcikler var, bunlar güneş ışığını hissedip, elektron fışkırtıyorlar, sonra o elektronlar yolların bulup enerji oluşturuyorlar, sonra karbonlar geliyor, bu enerjiyle glükoza dönüşüyorlar.

Şaşırtıcı değil mi? Görmediğimiz, varlığından söylemeseler haberdar olmayacağımız küçücük elektroncuklar hayatımızı yönlendiriyorlar...

Ve ben bütün bunları ezberlemek zorunda kalıyorum

9 Ocak 2010 Cumartesi

Finalllerrr!!!

Öğrenci davranışlarının en tipikleştiği zamanlardan biridir final haftası... Birine baktığımda final haftasında olduğunu anlayabilirim. En kötüsü de tam en son sınavlarından kurtulan öğrencinin tatil havasına girip gevşediği tekrar haftası sonrası stes patlaması yaşayacak olmasıdır. Peki finallere çalışmamak için yapılanlar neler midir? Buyrun size kısa bir liste:

Hemen bir ders çalışma programı hazırlamak (cetvelle çizilmek suretiyle)
Oflayıp puflamak, kağıtları düzenleyip öyle başlamaya söz vermek
Bir dahaki dönem nasıl çalışılacağına dair hayaller kurmak
Bilgisayarın masaüstünü düzenlemeye kalkmak
Televizyonda rastlanan eski Türk dizilerini büyük bir keyifle izlemeye kalkmak
50 kere ortalama hesaplayıp, hangi dersten kaç alınması gerektiğine bakmak
Tabi ki facebook'a girmek ve bütün fotoğraflara baştan bakmaya kalkışmak
Film alıp izlemek
Saatlerce ekşisözlük'te vakit öldürmek
Sabah gazete faslını bir saate kadar uzatmak
Yazın yapılacaklar konusunda hayaller kurmak
Sabahlamaya karar vermek ve peşinden duşa girmek
Aynı şarkıyı 3500 kez dinlemek ve sözlerini hala ezberleyememek
Bol miktarda kahve, çikolata ve nutella tüketmek
Hiç okumadığınız dergileri okumaya kalkmak
IT freak arkadaştan intro programming dersleri alıp beynin sınırlarını zorlamak (for more info please contact ikc)
İzleyecek yeni bir dizi bulmaya çalışmak (Ally'e burdan selam olsun)
Hemen blogger'a girip finaller hakkında yazı yazmak

Şimdilik benden bu kadar
Hepimize kolay gelsin...

4 Ocak 2010 Pazartesi

I'm Eighteen


290/365 eighteen, originally uploaded by oblivion head.

Kendi doğumgünümü de bu fotoğrafla kutlamış olurum ben de!

İyi ki geriye dönüp baktığımda gülümseyerek hatırlayabileceğim bir gece yaşadım,

İyi ki yanlarında kendimi güvende hissedebileceğim insanlar var,

İyi ki bu insanlara onların beni yargılamayacağını bilerek kendimi açabiliyorum,

İyi ki her şeye rağmen beni mutlu edebiliyorsunuz,

İyi ki varsınız!