23 Şubat 2010 Salı

Hola!

Jambo Je-fais-du-vélo!
Now you know how to greet people in Swahili!

Sanırım Flickr'ın en çok bu yönünü seviyorum, her gün beni gülümsetmeyi başarabiliyor yepyeni bir dille karşılarken...


Bir de bir de bir de...
Biz karar verdik dontcopy'le pancake house açacağız!

Mmmmm

22 Şubat 2010 Pazartesi

Her Morning Elegance






Geçen sene bu zamanlardı sanırım Oren Lavie'nin Her Morning Elegance adlı şarkısını ilk duyduğumda. Şarkı sanki suluboya renklerinde, kısık sesle dinlenesi, rüya görmek gibi... Ben hep pazar sabahlarına yakıştırdım bu şarkıyı nedense.
Size bahsedeceğim ise klibi. Stop motion harikası yaratmış olan bu klip defalarca izlenebilir. 1 saniyede 25 fotoğraf karesi var ve öğrendiğime göre 3 dakikalık bir video'nun hazırlanması aylar sürebiliyormuş. Zaten Nightmare Before Christmas'ta da Tim Burton bu tekniği kullanmış. Kısacası izlemediyseniz izleyin, şarkıyı da atlamayın bu arada.
"soon she's down the stairs
her morning elegance she wears
the sound of water makes her dream
awoken by a cloud of steam
she pours a daydream in a cup
a spoon of sugar sweetens up
and she fights for her life
as she puts on her coat
and she fights for her life on the train"
Peki daha pazartesiden haftasonunu bekliyor olmam ne kadar acı değil mi?














21 Şubat 2010 Pazar

Hang on Little Tomato*

Kuşlar birilerinin zor günler geçirdiğini, akşamın gelmesini istemediğini söylediler. Gemilerini yakmak, kendini yeniden büyütmek istiyormuş. Böyle durumlarda ne tavsiye verilir, ne de teselli sözleri edilir çünkü o günleri o kişinin bir şekilde kendince yaşaması, kendince atlatması gerekiyordur. Ben böyle durumlarda hep bu şarkıya sığınırım, kimbilir belki onun da yüzüne ufacık bir gülümseme kondurur diye sözlerini de paylaşıyorum işte.


somebody told me, i don’t know who
whenever you are sad and blue
and you’re feelin’ all alone and left behind
just take a look inside and you will find

you gotta hold on, hold on through the night
hang on, things will be all right
even when it’s dark
and not a bit of sparkling
sing-song sunshine from above
spreading rays of sunny love

just hang on, hang on to the vine
stay on, soon you’ll be divine
if you start to cry, look up to the sky
something’s coming up ahead
to turn your tears to dew instead

and so i hold on to his advice
when change is hard and not so nice
if you listen to your heart the whole night through
your sunny someday will come one day soon to you

*Pink Martini

"I'm from the apple pie in the oven."

9. sınıfta non-fiction dersi için yazdığım Where I'm From şiiri böyle başlar. "Filling the burrow with a red smell." diye devam eder satırlarca. İçimi döküp, nerden geldiğimi hatırlamamı sağlamış bir şiirdir, Mr. Becker'a ne kadar teşekkür etsem azdır bu yüzden. Nerden aklına geldi diyeceksiniz şimdi. Bugün mutfağa girip elmalı pay yaptım da ondan. Mutfaktaki ilk yumurta ve salata ötesi deneyimlerimden biriydi- evet itiraf ediyorum bu konuda biraz yeteneksizim, sanki mutfağa girince bir ses bana 'geri dön' diyor ve ben de o sesi dinliyorum. Az önce de iki dilim yedim ama , hem de soğumasını beklemeden. Ne de olsa ilk sanat eserim.

Elmalı pay dedim de aklıma geldi. Pushing Daisies diye bir dizi vardı, hiç sürekli takip etmedim ama yakaladığımda çok mutlu ederdi beni. Alice Harikalar Diyarında'yı ve The Fall'u hatırlatırdı bana. Zaten başrolünde, aynı zamanda The Fall'un başrolünde oynayan Lee Pace'in oynamasına şaşmamak gerekir bu yüzden. Renkler, fantastik karakterler ve Ned'in Pie Hole adlı binbir çeşit turta yapan pastaneye sahip olması ve ölüleri sadece bir dakikalığına hayata geri döndürebilme yeteneği ve bu yüzden sevdiği kadına asla dokunamayacak olması güldürür beni. İçinde yaşamak istediğim dizilerdendir; absürd, fantastik, kaotik, trajikomik ama mutlu.

"Everything we do is a choice. Oatmeal or cereal. Highway or side streets. Kiss her or keep her. We make choices and we live with the consequences. If someone gets hurt along the way we ask for forgiveness. It's the best anyone can do."

20 Şubat 2010 Cumartesi

Talk Tonight*


May 16: Strawberry Lemonade, originally uploaded by keribeth.

All your dreams are made
of strawberry lemonade


*Oasis

Love After Love


The time will come
when, with elation
you will greet yourself arriving
at your own door, in your own mirror
and each will smile at the other's welcome,

and say, sit here. Eat.
You will love again the stranger who was your self.
Give wine. Give bread. Give back your heart
to itself, to the stranger who has loved you

all your life, whom you ignored
for another, who knows you by heart.
Take down the love letters from the bookshelf,

the photographs, the desperate notes,
peel your own image from the mirror.
Sit. Feast on your life.


Derek Walcott

19 Şubat 2010 Cuma

Shower Song


I'm in the shower and I'm writing a song
Stop me if you've heard it.
My skin is soapy, and my hair is wet,
and Tegrin spelled backward is Nirget.
Lather, rinse, repeatand lather, rinse, repeat
and lather, rinse, repeat
as needed.
Bazen dünyanın öbür ucundaki hiç tanımadığınız ve belki de tanımayacağınız insanların hayatlarını gizlice izlemek istemez misiniz?
Keşke reenkarnasyon diye bir şey olsa...

14 Şubat 2010 Pazar

Haven't Met You Yet*


500 days of summer, originally uploaded by naxini.
-What happens when you fall in love?
-You believe in that?
- It's love, it's not Santa Claus




*Michael Bublé

13 Şubat 2010 Cumartesi

Martı


"Seagull feather"..., originally uploaded by gardawind.

"Sınırlar yok Jonathan, öyle değil mi?"

6 Şubat 2010 Cumartesi

Kitapçılar


Bookstore in Brooklyn, originally uploaded by pedro vit.
Benim en büyük hobim kitapçıları dolaşmaktır. Evde beni bekleyen yüzlerce kitap olsa da, o gün hiç param olmasa da bir kitapçının önünden geçiyorsam içeri girmeden edemem. Hatta saatler bile geçirebilirim bıraksanız. Bu yüzden de annem bana çok kızar, alışverişe çıkmışızdır ama en az bir saatimiz yine kitapçıya ayrılır.
Tabi kitapçı dediysem her kitapçıya da yüz vermem. Belirli kriterlerim var. Mesela son günlerde fark ediyorum D&R'ı ve Kabalcı'yı kitapçı kategorisine bile sokmuyorum. Kitapçı dediğinde sadece kitap satılmalı, kırtasiye, test kitabı, DVD olmamalı benim kitapçımda. Hatta mümkünse yabancı kitap koleksiyonları da geniş olmalı.
Bu bağlamda daha önce pek çok kez bahsettiğim gibi Robinson Crusoe 389 favorimdir. Küçücüktür ama aradığınız her kitabı bulabilirsiniz. Minimalist müzik üzerine kitaplardan tutun da Marx'ın Das Kapital'ine kadar her şey bulunur. Eğer bulamadıysanız sipariş etme şansınız da vardır. Kitap aldığınızda üzerinde Robinson Crusoe sticker'lı kese kağıdından paket vermeleri ya da üzerinde Robison Crusoe'nun iki farklı tanımının bulunduğu karton çantaları da cabası.
Remzi Kitabevi'nin de hakkını yememek gerekir bu yüzden. Zaten fark ettiyseniz az sayıda şubesi olan yada tek mağaza olan kitapçılar daha bir zevke hitap ediyor.Bağdat Caddesi'ndeki şubesi epey geniş olmakla beraber Akmerkez'deki şubesi de küçük kafemsi bölümüyle yazarınızı mutlu ediyor. YKY Yayınlarının Galatasaray'daki kitabevi de Adil Hoca'mın kitaplarını bulundurduğu için gönlümüzde ayrı bir yeri var. Hem burada sınırlı sayıda baskıları olan koleksiyoner kitapları da bulunmakta.
Asıl bu yazıyı yazmama sebep olan kitabevi ise Can Yayınları'na ait. Ara Kafe'nin hemen yanında bulunan Can Kitabevi taşınmış. Merak etmeyin çok uzağa değil hemen karşıdaki sokağa, İngiliz Konsolosluğunun bulunduğu yerin hemen yakınlarında. Ama eskisi gibi sadece beyaz kapaklı, kırmızı kalpli kitaplarını satmıyor. İçeri girince beyazla gözleriniz kamaşıp, her farklı ülkenin edebiyatına ayrılmış bölümlerde kendinizi kaybedemiyorsunuz. Hem de Can Yayınları'na özel 20% indirimlerini de yapmıyorlar artık. Her yerde bulabildiğiniz sıradan kitapçılara dönüşmüş Can Kitabevi, beni çok üzdü.
Kitapçılardan bahsetmişken, sahaflara ayıp etmeyelim. Kadıköy'deki sahafların yeri ayrı olsa da, Beyoğlu'nda Odakule'nin hemen karşısındaki Denizler Kitabevi'nde 1800'lerden kalmış Fransızca Osmalı İmparatorluğu haritasını bile bulabilirsiniz. Biz Ally'le bulduk mesela, birileri için... Bir de tabi yine İngiliz Konsolosluğu'nun sokağındaki Sahaflar Çarşısı var ki, ben her seferinde bir film posteri, birkaç tane de ucuz fiyata seviyeme uygun Fransızca çocuk kitapları ediniyorum kendime. Bir tane Un Martien Dans Le Frigo var mesela, beni çok güldürüyor.
Bodrum'da bir kitapçım vardı mesela. Thefoolonthehill'in hayalindeki gibi, hem sahile çok yakındı hem de balkonunda kafesi vardı. Ben her yaz oradaki abiye Harry Potter'ın yeni kitabı geldi mi diye sorardım. Ben Robert'e geldim, orası da kapandı, kebapçı yaptılar sonra. O gün bugün ben de emekli olunca kitapçı açma hayali kurarım.
Bugün de size The Vines'dan Winning Days gelsin.

5 Şubat 2010 Cuma

The World is Big and Salvation Lurks Around the Corner

Bu balkan filmini izledim bugün. İsmi ne güzel değil mi?

Şans bu ya, günümün temasına da uygun.

Konuştum, konuştuk.

İçimdeki o acı veren, ağlamamı bile engelleyen soğuk demir parçasını söküp atabildim sonunda.

Ne güleriz seneler sonra değil mi?

Gülebilmek güzel şey.




"Isn't life amazing?" günlerime gelemedim daha ama o kocaman yüreğiyle beni dinlemek zorunda kalan güzel insan için The Beatles'tan For No One gelsin bu gece size.



*Ally sana her seferinde teşekkür etseydim, entryler seninle dolacaktı. Tatlısın.
** Dontcopy bugün hem enerjinle, hem de 'orada' olmanla beni çok mutlu ettin. 'orada' olanların çok olsun.

4 Şubat 2010 Perşembe

100th Night

99th Night diye Nuovo Cinema Paradiso'dan bir quote yapmıştım geçenlerde. 99 gece prenses'in kapısında bekleyen askerle ilgili. Neden 100. geceye kadar bekleyip prensese kavuşmak yerine 99. gece orayı terk etti diye soranlar olacaktır. İşte cevabı burada:

"In one more night, the princess would have been his. But she also could not possibly have kept her promise. And it would have been terrible. He would have died. This way, however, at least for 99 days, he was living under the illusion that she was there, waiting for him."


Ben de bu illusion'la yaşadım sanırım. Hem de 99 gün de değil, tam 10 ay boyunca. Artık bu kötü rüyadan uyanmanın vakti geldi de geçiyor bile...

S.'ye Şarkılar

Hepimiz bu aralar S.'nin müzik arşivini geliştirmek için seferber oluyoruz- ki kendisi aslında müzik zevki kaliteli bir insandır- yine de arşivini geliştirmeli ki koromuza onu da katabilelim. Bu gecenin 4. entry'si olacak olan bu yazı S.'ye adanmıştır bu yüzden. Buyrun size je-fais-du-vélo'dan seçmeler:

The Smiths- There is a Light that Never Goes Out
The Kooks- All Over Town
The Kooks- She Moves in Her Own Way
Oasis- Champagne Supernova
Anna Nalick- Breathe
Coldplay- The Scientist
Coldplay- Don't Panic
Death Cab for Cutie- I Will Follow You Into the Dark
Jack Johnson- Better Together
Jason Mraz- Lucky
Jeff Buckley- Hallelujah
James Morrison- Please Don't Stop the Rain
John Mayer-Who Says
Taylor Swift- Hey Stephan
Kimya Dawson- Tire Swing
Kings of Convenience- Boat Behind
Nouvelle Vague- Dancing With Myself
Nouvelle Vague- Killing Moon
The Turtles- Elenore
Keane- Walnut Tree
Pink Floyd- Shine On You Crazy Diamond
Röyksopp- Remind Me

Bir de Scheveningen'deki o gece anısına:

Ben E. King- Stand By Me

Şarkılarımız bol olsun!

Seated Cupid

Aslında bu feminist bir yazı olmayacaktı. Hala da olmama şansı var, sakın üzülmeyin sevgili testesteron oranı yüksek okurlarım. Şimdi siz Rijks Museum'da rastlayıp aşık olduğum bu mükemmel heykelcikten dolayı şirin mi şirin aşk dolu bir yazı yazacağımı sanıyorsanız, çok yanılıyorsunuz, onu da söyleyeyim. Aşk Tanrısı Cupid bir yandan okunu yeni kurbanına atmaya hazırlanırken, bir yandan da muzur oyununa katılmamızı isteyen bir gülümsemeyle bizi sustuyor. Cupid sana söylüyorum: o ok atıldıktan sonra her şey sandığın kadar kolay olmuyor.

Pek çok kadın, erkeklerin olgun olmadığını ve kadınların anladığı pek çok şeyi anlayamadıklarını iddia eder. Bundan sonra da "Women are complex creatures" argümanı başlar. Katılmıyorum. Erkekler bütün bu ufacık ayrıntıları anlıyorlar, kadınlardan tek farkları bütün bunları anlamamazlıktan gelmeleri. Çünkü onlar için hayat böyle çok daha kolay, yaşanılası. Hem bahaneleri de var, onlar erkekler, ne yapsınlar. En başarılı oldukları alan bilip de bilmemezlikten gelmektir.

Bir de istemem yan cebime koy mantığı vardır ki kadınlar en çok bundan acı çeker sanırım. Birini seviyorsanız neden sadece onu sevemiyorsunuz ki? Yada karşınızdakinin duygularını fark ederek onunla eğleniyor musunuz? Nedir bu herkesin bir şeyleri bilip, kimsenin bir şey bilmiyormuş gibi davranması? Bu bir oyunsa, ben bu oyuna katılmak istemiyorum. Dürüst olun bana karşı, kötü hissedecek olmam umurunuzda olmasın gerçekten: sizin için değil, tamamen benim için. Sonra daha çok üzülüyorum çünkü. Candan Erçetin demiş ya gamsız hayat herkese başka sunar garip oyunlarını diye... Oyunu oynayanın hayat olduğuna inanmıyorum ben, oyun oynayan insanlar. Herkes kafasında bir şeyler düşünüp başkalarına oyunlar oynuyor.

Ben de kendi kendime gelin güvey olup kendi kendime üzülüyorum sonra zaten. Siz bırakın beni. İşte tam da bu yüzden tekrar başlamak istiyorum. İşte bu yüzden de Local Celebrity'nin bana Amsterdam yollarında dinlettiği Goldspot'tan Rewind gelsin size.

İyi olmaya ihtiyacım var.

Amsterdam


Amsterdam bikes, originally uploaded by dranidis.

Bir haftalık Lahey macerasının sonunda geldik şimdi Amsterdam'a. Amsterdam'da yapılacak Madam Tussaud Müzesi, Seks Müzesi, Van Gogh Müzesi ziyaretleri, Hard Rock Cafe'de yemek, kanal turu gibi pek çok etkinliği yapmış olduğumuzdan S., yazarınız ve Amsterdam'ı bizim yüzümüzden doğru düzgün gezememiş olan sevgili Ally'miz yürüyüp şehrin ve soğuğun tadını çıkarmaya karar vermiştik.

İşte ne olduysa tam o karar ertesinde oldu ve kader-kısmet olayları yine yüzüme gülmeye başladı. Beni tanıyanlar bilirler Ozan Güven benim çocukluk aşkımdır, televizyonda her dizisini zamanında takip etmişliğim, posterlerinden odamda köşe oluşturmuşluğum vardır. Evet local celebrity: gay bir android'i oynayan adama aşıktım! Konuya dönersek birden karşıdan gelen Ozan Güven'i gördüm ve elim ayağım birbirine dolaştı. Sonra S. ve Ally'le birlikte takibe başladık ve Y. ve Local Celebrity'nin şaşkın bakışları altında Ozan Güven'le fotoğrafımızı çektirip, altına da imzamızı attık.

Evet... Amsterdam'da bu sefer Rijks Museum'a gittik. ASL öğrencileri olarak ilk yurtdışı müzemizdi, her ne kadar Discobolus'un verdiği heyecanı vermese de müzedeki heykeller ve resimler sanattan anlayan ve sanat zevki olarak yetişen insanlar olduğumuzu fark ettirip- evet alçak gönüllüyüm- beni çok mutlu etti. Tabi sanat zevki olan insanlar derken aslında buradaki övgü sevgili okuluma gidiyor. Rijks Museum, Hollanda tarihiyle ilgili hiç birşey bilmediğimiz gerçeğini yüzümüze vurdu. Amsterdam'a gidecek olursanız, Rijks Museum'a uğramadan dönmeyin bence. Müzeden bir adet, hatta dayanamayıp iki adet kitap alan yazarınızın koleksiyonuna Rembrandt da eklenmiş oldu böylece.

Amsterdam geceleri bir başka... Caddelerde ot kokusunu anlayacak duruma gelmek ise daha bir başka. Şışştt babam duysa çok kızar. Ama Y. sayesinde Amsterdam'da Condomerie'ye de gitmiş bulunduk. Görseniz çok eğlenirdiniz. Filli, kalpli, gülen yüzlü, zürafalı bile var. Tabi gerçekten kondom alan erkekleri görünce o kadar eğleneceğinizi söyleyemeyeceğim. Red Light'taki okul gezisi kıvamındaki turumuza ise girmemeyi tercih ediyorum izninizle.


Ally, Y., S. ve hatta K. sizi çok seviyorum, keşke biraz daha kar topu oynayabilseydik!
Ally'nin düşmemesi ve bir dahaki sefere Vélo kullanmamız dileğiyle!

Lahey

Bir şehri en iyi o şehirde yürüyerek öğrenirsiniz derler, dediler. Ama sevgili bikuk ve yazarınız için bir şehri en iyi öğrenmenin yolu o şehirde kaybolmaktır. E Lahey küçük bir şehir, ama bizim kaybolmamızı engelleyecek kadar da küçük değil maalesef...
Böyle şeyler hep ilk gecede olur. Ama bikuk Lahey'e üçüncü kez, bense ikinci kez gidiyordum. Hangi tramvaya binmemiz gerektiği, hangi durakta inmemiz gerektiği de herkesçe bilinen gerçeklerdi. Ama biz ne yaptık, bu sefer farklı bir numaraya binip ordan gitmeyi deneyelim, hem de öğrenmiş oluruz dedik ve yarım saat boyunca Lahey'in insan olmayan sokaklarında amaçsızca, yönsüzce dolaşıp durduk. Ne mi oldu? Otelimizin ışıklarını görünce, yol yordam dinlemeden ışığa doğru koşmaya başladık. Hatta bir ara kapının üstünden atlamaya çalıştığımız bile oldu. (Tamam o bendim:)) Sizi temin ederim, artık Lahey'de yolumu gözlerim kapalı bulabilirim.

Bu küçük ama ciddi şehirde her zamanki gibi yine çok üşüdüm ama yine bir o kadar da güzel anılar edindim kendime. Hep diyorum ya, bir geziye toplu halde gittiğinizde anılarınızı yine o insanlarla edinmelisiniz. Elbette ki konferanslarda da çok güzel arkadaşlıklar edinilebilir ama gecenin 3'ünde mükemmel oda arkadaşınız Ally'le yaptığınız sohbet yada birinizin odasında toplanıp gece 2'ye kadar beşbininci kez Jeux D'enfants izleyip sonra da birbirinizi gıdıklamaya başlamak paha biçilemez. Geriye dönüp baktığınızda da topladığınız anılar bunlardır zaten. Tabi bir şehri tek başına gezmenin de ayrı bir tadı vardır ama bu konuya başka yazılarda değinilecek.

Eğer Hollandalıların kendilerine özgü bir mutfakları olsaydı size mutlaka bundan bahsederdim, zira gurme gezileri yapmak da ayrı bir hayalim. Yine de karamelli, tarçınlı hafifçe ısıtılıp mideye indirilen Stroopwaffle'lardan bahsedemeden geçemeyeceğim. Komite Koordinatörümüz bize dağıtınca hepimiz bu mükemmel tat karşısında mest olmuştuk. Alberthein'de deli gibi stroopwaffle aradıktan sonra artık bütün grubumuza yayılmıştı bu mükemmel tat. Ben birkaç paket stokladım, evde babam gidip gelip bunlardan yiyor. Neyse, bu küçük ayrıntılar beni çok mutlu ediyor. Mesela Knossos'ta uzo içince üşümemeniz, Arjantin restoranı'ndaki sıcak ekmek, Meksika restoranı'ndaki şapkalar; bikuk, dontcopy ve Y. ile yağan kar altında koşup, üzerimizin kar tutması ve tramvayda Teoman şarkıları söylememiz ve daha niceleri...

Scheveningen'e ayrı bir paragraf ayırmadan edemeyeceğim zira adıyla ve acı-tatlı anılarıyla gönlümüze taht kurdu, dilimizden düşmedi. Bu ismi okuyamayanlar için tarif: skheveningen diye okumanız gerekiyor ancak kh kısmında hafif öksürüyor taklidi yapmanız şart. İsim savaş sırasında Hollandalıları Almanlardan ayırt etmek için konulmuş. Nereye gidiyorsunuz sorusuna hataya düşüp Şveningen diye cevap verdiğinizde Alman olduğunuz anlaşılıyormuş. Adıyla aramızda pek çok kez muhabbete konu olan Scheveningen küçücük bir sahil kasabası, Kuzey Denizi'ne bakıyor. Geniş kumsalında gece önünüzü görmeden koşmanın ise ayrı bir zevki var, sonsuzluğa koşuyormuş gibi hissediyor insan. Yukarıya baktığınızda ise gökyüzünde zannettiğinizden çok daha fazla yıldız olduğunu fark ediyorsunuz ve eğer je-fais-du-velo'ysanız saf saf gökyüzüne bakıyor ve mutlu oluyorsunuz... Scheveningen'de size önerebileceğim iki yer var. İlki her sene delegasyon yemeğimizi yaptığımız, yemekleri çok kötü, içecekleri çok pahalı ama müziği ve eğlencesi tam bizlik olan Crazy Pianos var. Üzerinde çılgın bir piyanonun olduğu peçetelere istek parçanızı yazıyor ve gönderiyorsunuz. Hey Jude'u bir türlü çalmasalar da zamanında YMCA, English Man in New York, Hallelujah, Here Comes the Sun, Wonderwall, Falling gibi pek çok şarkıyı çalarak bizi mutlu etmişlikleri vardır. Bir daha gidecek olursak aldığım iki ders var: yemek yeme, fizik hocanla gitme. Bahsedeceğim ikinci yer ise Pancake House, burası da en az Crazy Pianos kadar çılgın bir yer, Chicken Curry Pancake ise hiçbir zaman yiyemeyeceğim ama varlığıyla beni mutlu eden bir krep. Bu sene kısmet olmadı gitmek ama denenesi.

Her sene fazlasıyla övülen Byblos'a artık reşit olan yazarınız gururla adım attı ancak Byblos artık bomboş bir mekan haline gelmişti. Duyduğuma göre kimlik sormaya başlamışlar. Bu yüzden de curfew saati 12 olduğu iddia edilen ciddi konferans şehrimize yeni bir yer eklenmiş, üstelik bu yer de kaliteli şarap satan aile pub'ımızın kardeş mekanı Club Madness'mış. Görmedik, duymadık, bilmiyoruz. Ancak yine de Byblos'ta local celebrity'miz, okulumuzun gururunun yanında oturup bir de yakışıklı Genel Sekreteri izliyor olmak -söylemeden geçemeyeceğim- çok başarılıydı.

Lahey'de bir de tesadüflerin olmadığını, bazı şeylerin sadece kader-kısmetle açıklanacağını kanıtlayan bir olay yaşadım. Bir hafta boyunca dontcopy'le beraber h.'yi aradıktan sonra local celebrity'mizin yönettiği kapanış töreninde bir Haiti'den bir delegenin sahneye çağırılması ve o delegenin h. olması tesadüflerle açıklanabilir gibi değildi. Dontcopy sence de hayat sürprizlerle dolu değil mi?

Sizi artık sıktığımın farkındayım ama son bir kaç eklemem daha olacak. Avrupa'nın herhangi bir şehrinde yaşamak eminim hepimiz için çok güzel bir deneyim olacaktır. Soğuğa rağmen bisiklete binmek, hiç trafik sıkıntısı çekmemek, güzel güzel bahçeli güzel güzel tuğla evlerde oturmak çok güzel olsa gerek. Ama 6'dan sonra sokaklarda tek bir insanın bile kalmıyor olması beni çok üzüyor. Daha fazla anı sonraki bloglarda paylaşılmak üzere sizleri bekler...

Ne demişler İstanbul:
Be yourself no matter what they say