29 Ekim 2009 Perşembe

I don't like this story


İki gündür aklımda taaa yazın Koç Üniversitesi'nin sıkıcı yurtlarındaki sıkıcı balkonlardan birinde gece hiç uyumamış halimle izlediğim film var: The Fall. Birden bire nereden aklıma takıldı bilmiyorum ama o kadar tekrar izleyesim var ki, hemen Kadıköy'deki her zamanki korsan DVD'lerimi aldığım pasaja gidip (bunu da utanmadan söyledim- ama geniş bir orjinal DVD koleksiyonumun olduğunu da gururla söyleyebilirim efendim) The Fall'u almak ve evde en yumuşak koltuğumda oturup, elimde kahvemle, ayaklarımı uzatarak tekrar izlemek istiyorum.
O filmi izlediğim günden beri hayatımda pek çok şey değişti ya da değişmedi. Yeni kararlar, yeni hayatlar, yeni yollar... Evet söyleyince çok klişe geliyor ama gerçek bu. Tanıdığımı sandığım insanları tanımadığımı, o zaman bana çok yakın olan insanlarla artık koptuğumu ve her şeye rağmen hayatın bize hiç aldırmamacasına burnu havada, bize küstah kahkahalar atarak emin adımlarla devam ettiğini fark ettim. İnsanları kolay tanıdığımı düşünürdüm, "There is no art to find the mind's construction in the face" deyip yine de Macbeth'e kanan King Duncan misali. Biz de aynı King Duncan gibi kendimize sözler verip, doğru tespitlerde bulunup yine ve yeniden aynı hatalara düşüyoruz. Öğrenmiyoruz, yada öğrenmek istemiyoruz. Annem hep "Herkesle yakın ol ama hep bir mesafe olsun" derdi bana, doğru mu yanlış mı? Ben hiçbir zaman bütün duygularımı düşündüklerimi biriyle paylaşamayacak mıyım? yada bir insana tamamiyle teslim olamayacak mıyım? Hep mi bu küçük hesaplar?
The Fall'a geri dönelim yoksa "J'aime la vie" yalan olucak. İki seçeneğiniz var: ya kendinizi hikayenize inandıracak, yada hikayenin bir parçası olmayacaksınız.

- All right, close your eyes. What do you see?
-
Nothing.
-
Rub them... Can you see the stars?
- Yes.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder