22 Kasım 2009 Pazar

"I'd never had that ticking clock feeling"

Dün gecenin bir saatinde başka hiçbir işim yokmuş gibi yeni bir diziye başladım: Flashforward. Duymuşsunuzdur, dünya üzerindeki her insan aynı anda 2 dakika 17 saniyeliğine bayılıyor ve hepsi de bu black-out sırasında 29 Nisan 2010 yani o günden tam 6 ay sonrasında saat 22.00'da olacakları görüyor. Black-out kısa vadede insanlar uyandığında uçakların düşmesine, trafik kazalarına ve yangınların çıkmasına sebep olurken, uzun vadede daha büyük sonuçlar doğuruyor: İnsanlar -iyi veya kötü- geleceklerinden tedirginlik duymaya başlıyorlar. Bütün bu olayların merkezinde ise Shakespeare in Love filminden tanıdığımız, şarkıcı Doğuş'a benzerliğiyle beni her seferinde gülümsetmeyi başaran Mark Benford rolünde Joseph Fiennes var. Mark Benford'ın doktor karısı Olivia'yı ise Lost'tan- Penelope Widmore- karakteriyle zamanında kendini sevdirmiş Sonya Walger oynuyor.
İlk bölümün başlangıcı Mark Benford'un gözlerini aniden açıp kendini bir kaosun ortasında bulması haliyle Lost'u feci derecede andırıyor. Ancak ilerleyen bölümlerde bu benzerliği unutturup, kendi karakterini oturtacağına inanıyor yada inanmak istiyorum. Az önce ikinci bölümü bitirdim ve itiraf etmeliyim ki surfthechannel.com'a girip 3. bölümü yüklememek için kendimi zor tutuyorum ve buradan da anlayacağınız gibi senaristler merak ögesini bölüm sonlarında başarılı bir şekilde kullanıyorlar. Mark Benford içinse söyleyeceğim bir kaç şey var. Öncelikle Lost'ta kahramanımız gönlümüzde taht kuran doktorumuz, kısa sürede Oceanic 815 kazazedelerinin lideri haline gelen Jack sadece adadakilerden sorumluydu- ki bu bile yeterince tehlike ve gerilim gerektiriyordu. Ancak komiserimiz Mark sırf kendini 6 ay sonra bu davayı- black-out olayının gerçekleşme nedeni ve sorumlularını- araştırırken gördüğü için an itibariyle bütün dünyadan sorumlu- ki bu da bence karaktere fazla fantastik bir sorumluluk yüklemek anlamına geliyor. İzleyici ister istemez bu global ve gizemli problemi çözmek bir tek sana mı düştü diye sormadan edemiyor.
Yukarıdaki alıntıya gelince... ikinci bölümü izlerken kafam sorularla patlamak üzereydi, dizi izleyiciye kendi geleceğini ve geleceği neyin belirlediğini düşündürüyor. Mark gelecekte davayı çözmek için panosuna yerleştirdiği isimler ve resimlerden hatırladıklarını teker teker araştırmaya başlıyor. O zaman gelecek Mark geleceği görüp peşinden gittiği için mi gerçekleşti yoksa zaten olacak mıydı? Geleceği gördüğümüzde onu olduğu gibi kabullenmeli ve akışına mı bırakmalı, gerçekleşmesi veya gerçekleşmemesi için çaba göstermeli miyiz? Her şey önceden belirliyse ve biz bunları biliyorsak gelecek biz onu bilip ona göre hareket ettiğimiz için mi yoksa her şeye rağmen mi gerçekleşir? Aslında Mark gelecekte kendini bu olayı araştırırken görmeseydi, araştırmaya hiç başlamayacaktı. Zira konuya bütün olarak bakarsak Mark herkes gibi black-out'u yaşamasaydı, zaten black-out'un sırrını çözmek gibi bir derdi de olmayacaktı. Evet karışık sorular devam ediyor...Ya 6 ay sonrasında hiçbir şey göremeyen Ajan Noh'a ne olacak? 6 ay sonra öleceğinizi bilseydiniz bu gerçeği kabullenip ona göre yaşamaya mı karar verirdiniz yoksa nasıl öleceğinizi öğrenmeye çalışıp engellemeye mi çalışırdınız? İşte tam burada sarf ediliyor bu sözler: "I'd never had that ticking clock feeling"
Flashforward ilk iki bölümüyle takip etmeye değer gözüküyor, tabi sizi bağımlı hale getirecek ve zamanınızı yiyecek bir uğraş arıyorsanız. Diyorum ya, insan düşünmeden edemiyor, siz geleceğinizi görseydiniz ne yapardınız?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder