4 Şubat 2010 Perşembe

Lahey

Bir şehri en iyi o şehirde yürüyerek öğrenirsiniz derler, dediler. Ama sevgili bikuk ve yazarınız için bir şehri en iyi öğrenmenin yolu o şehirde kaybolmaktır. E Lahey küçük bir şehir, ama bizim kaybolmamızı engelleyecek kadar da küçük değil maalesef...
Böyle şeyler hep ilk gecede olur. Ama bikuk Lahey'e üçüncü kez, bense ikinci kez gidiyordum. Hangi tramvaya binmemiz gerektiği, hangi durakta inmemiz gerektiği de herkesçe bilinen gerçeklerdi. Ama biz ne yaptık, bu sefer farklı bir numaraya binip ordan gitmeyi deneyelim, hem de öğrenmiş oluruz dedik ve yarım saat boyunca Lahey'in insan olmayan sokaklarında amaçsızca, yönsüzce dolaşıp durduk. Ne mi oldu? Otelimizin ışıklarını görünce, yol yordam dinlemeden ışığa doğru koşmaya başladık. Hatta bir ara kapının üstünden atlamaya çalıştığımız bile oldu. (Tamam o bendim:)) Sizi temin ederim, artık Lahey'de yolumu gözlerim kapalı bulabilirim.

Bu küçük ama ciddi şehirde her zamanki gibi yine çok üşüdüm ama yine bir o kadar da güzel anılar edindim kendime. Hep diyorum ya, bir geziye toplu halde gittiğinizde anılarınızı yine o insanlarla edinmelisiniz. Elbette ki konferanslarda da çok güzel arkadaşlıklar edinilebilir ama gecenin 3'ünde mükemmel oda arkadaşınız Ally'le yaptığınız sohbet yada birinizin odasında toplanıp gece 2'ye kadar beşbininci kez Jeux D'enfants izleyip sonra da birbirinizi gıdıklamaya başlamak paha biçilemez. Geriye dönüp baktığınızda da topladığınız anılar bunlardır zaten. Tabi bir şehri tek başına gezmenin de ayrı bir tadı vardır ama bu konuya başka yazılarda değinilecek.

Eğer Hollandalıların kendilerine özgü bir mutfakları olsaydı size mutlaka bundan bahsederdim, zira gurme gezileri yapmak da ayrı bir hayalim. Yine de karamelli, tarçınlı hafifçe ısıtılıp mideye indirilen Stroopwaffle'lardan bahsedemeden geçemeyeceğim. Komite Koordinatörümüz bize dağıtınca hepimiz bu mükemmel tat karşısında mest olmuştuk. Alberthein'de deli gibi stroopwaffle aradıktan sonra artık bütün grubumuza yayılmıştı bu mükemmel tat. Ben birkaç paket stokladım, evde babam gidip gelip bunlardan yiyor. Neyse, bu küçük ayrıntılar beni çok mutlu ediyor. Mesela Knossos'ta uzo içince üşümemeniz, Arjantin restoranı'ndaki sıcak ekmek, Meksika restoranı'ndaki şapkalar; bikuk, dontcopy ve Y. ile yağan kar altında koşup, üzerimizin kar tutması ve tramvayda Teoman şarkıları söylememiz ve daha niceleri...

Scheveningen'e ayrı bir paragraf ayırmadan edemeyeceğim zira adıyla ve acı-tatlı anılarıyla gönlümüze taht kurdu, dilimizden düşmedi. Bu ismi okuyamayanlar için tarif: skheveningen diye okumanız gerekiyor ancak kh kısmında hafif öksürüyor taklidi yapmanız şart. İsim savaş sırasında Hollandalıları Almanlardan ayırt etmek için konulmuş. Nereye gidiyorsunuz sorusuna hataya düşüp Şveningen diye cevap verdiğinizde Alman olduğunuz anlaşılıyormuş. Adıyla aramızda pek çok kez muhabbete konu olan Scheveningen küçücük bir sahil kasabası, Kuzey Denizi'ne bakıyor. Geniş kumsalında gece önünüzü görmeden koşmanın ise ayrı bir zevki var, sonsuzluğa koşuyormuş gibi hissediyor insan. Yukarıya baktığınızda ise gökyüzünde zannettiğinizden çok daha fazla yıldız olduğunu fark ediyorsunuz ve eğer je-fais-du-velo'ysanız saf saf gökyüzüne bakıyor ve mutlu oluyorsunuz... Scheveningen'de size önerebileceğim iki yer var. İlki her sene delegasyon yemeğimizi yaptığımız, yemekleri çok kötü, içecekleri çok pahalı ama müziği ve eğlencesi tam bizlik olan Crazy Pianos var. Üzerinde çılgın bir piyanonun olduğu peçetelere istek parçanızı yazıyor ve gönderiyorsunuz. Hey Jude'u bir türlü çalmasalar da zamanında YMCA, English Man in New York, Hallelujah, Here Comes the Sun, Wonderwall, Falling gibi pek çok şarkıyı çalarak bizi mutlu etmişlikleri vardır. Bir daha gidecek olursak aldığım iki ders var: yemek yeme, fizik hocanla gitme. Bahsedeceğim ikinci yer ise Pancake House, burası da en az Crazy Pianos kadar çılgın bir yer, Chicken Curry Pancake ise hiçbir zaman yiyemeyeceğim ama varlığıyla beni mutlu eden bir krep. Bu sene kısmet olmadı gitmek ama denenesi.

Her sene fazlasıyla övülen Byblos'a artık reşit olan yazarınız gururla adım attı ancak Byblos artık bomboş bir mekan haline gelmişti. Duyduğuma göre kimlik sormaya başlamışlar. Bu yüzden de curfew saati 12 olduğu iddia edilen ciddi konferans şehrimize yeni bir yer eklenmiş, üstelik bu yer de kaliteli şarap satan aile pub'ımızın kardeş mekanı Club Madness'mış. Görmedik, duymadık, bilmiyoruz. Ancak yine de Byblos'ta local celebrity'miz, okulumuzun gururunun yanında oturup bir de yakışıklı Genel Sekreteri izliyor olmak -söylemeden geçemeyeceğim- çok başarılıydı.

Lahey'de bir de tesadüflerin olmadığını, bazı şeylerin sadece kader-kısmetle açıklanacağını kanıtlayan bir olay yaşadım. Bir hafta boyunca dontcopy'le beraber h.'yi aradıktan sonra local celebrity'mizin yönettiği kapanış töreninde bir Haiti'den bir delegenin sahneye çağırılması ve o delegenin h. olması tesadüflerle açıklanabilir gibi değildi. Dontcopy sence de hayat sürprizlerle dolu değil mi?

Sizi artık sıktığımın farkındayım ama son bir kaç eklemem daha olacak. Avrupa'nın herhangi bir şehrinde yaşamak eminim hepimiz için çok güzel bir deneyim olacaktır. Soğuğa rağmen bisiklete binmek, hiç trafik sıkıntısı çekmemek, güzel güzel bahçeli güzel güzel tuğla evlerde oturmak çok güzel olsa gerek. Ama 6'dan sonra sokaklarda tek bir insanın bile kalmıyor olması beni çok üzüyor. Daha fazla anı sonraki bloglarda paylaşılmak üzere sizleri bekler...

Ne demişler İstanbul:
Be yourself no matter what they say

1 yorum:

  1. 1. h. olayı nedir:D
    2. aman tanrm byblosta "yakışıklı genel sekreter"i mi kestiniz. dislike:D

    YanıtlaSil